Metin Alan
İnsanların adaletsizliğe karşı seslerini yükseltmeleri ya da bir dayanışma yürüyüşüne katılmaları, bir şeyleri değiştirmeye çalışmak açısından ellerindeki az sayıdaki araçtan bazılarıdır. İnsanlar kamuya açık ve barışçıl bir şekilde gösteri yapma, sosyal ağlarda mesaj paylaşma, basın açıklaması yapma ve kamuoyu oluşturmak için imza toplama vs. hakları olmadığında, sessizliğe mahkûm olurlar.
İsrail’in Filistin’e yönelik katliama varan saldırılara başlamasıyla birlikte, demokrasi ve insan haklarını dillerinden düşürmeyen bazı Avrupa ülkelerindeki yetkililer Orta Doğu ile bağlantılı gösterileri yasakladılar. Filistinlilerin haklarını desteklediklerini kamusal alanda ve internet üzerinden ifade eden insanları taciz ettiler ve tutukladılar. Hatta bazı hükümetler Filistinlilerin haklarını savunan örgüt ve grupları kapatmakla ve Filistinli, İsrailli ya da bölgesel insan hakları örgütlerinin finansmanını engellemekle tehdit ettiler.
Avrupa’da yabancı uyruklular ve göçmenler “radikal ideolojileri” ifade ettikleri için sınır dışı edilebilecekleri konusunda uyarıldı ve siyasi yetkililer, Filistinlileri destekleyen, İsrail’in hukuk ve insan hakkı tanımaz saldırılarını eleştiren, tepki gösteren kişilerin işten çıkarılması için patronlar tarafından alınan tedbirleri desteklediklerini beyan ettiler. Ayrıca okulları ve üniversiteleri, öğrencilerinin konuşmalarını “aşırılık” olarak adlandırdıkları işaretlere karşı izlemeye, soruşturmaya ve cezalandırmaya teşvik ettiler.
Hükümetler tüm bu kısıtlamaların “kamu düzeni” için gerekli olduğunu iddia ederek işe başladılar ve daha sonra Filistinlilerin insanî haklarına verilen desteği terörizme verilen destekle eş tutmaya başladılar.
İsviçre de Avrupa’dan geri kalmadı ve bu eğilime katkıda bulundu. Uluslararası Af örgütünün İsviçre Ofisi “Zürih, Basel ve Bern kantonlarının, Orta Doğu ile bağlantılı gösterilere genel yasaklar getirdiğini, bunun toplantı, gösteri ve ifade özgürlüğünü ortadan kaldıran, kabul edilemez bir uygulama olduğunu” açıkladı. Federal Dışişleri Bakanlığı (DFAE) İsrail ve işgal altındaki Filistin topraklarında faaliyet gösteren 11 insan hakları örgütünün finansmanını askıya alırken, siyasetçiler de bu kitle örgütlerine yapılan yardımları açıkça terörizme olası destekle ilişkilendirdi.
Gazze konusunda yaşanan ahlaki çöküş
Gazze’de her on beş ya da otuz dakikada bir çocuğun ayrım gözetmeksizin bombardıman altında öldürüldüğü bir dönemde, İsviçre Dışişleri Bakanı Ignazio Cassis, “İsrail’in kendini savunma hakkı olduğu” için ateşkes çağrısında bulunmadığını söyledi. Cassis sözlerini şöyle sürdürdü: “Gazze’deki nüfus yoğunluğu göz önüne alındığında, insancıl hukuk ile İsrail’in kendini savunma hakkını bağdaştırmak zor. Ayrıca kimin sivil kimin asker olduğunu söylemek de çok zor” dedi.
İkinci hakka birincisinden daha fazla öncelik veren Cassis, sadece işlenmekte olan savaş suçlarını meşrulaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda insan hakları hukukunun temellerini de sorguluyor. Cenevre Sözleşmelerinin garantörü olan İsviçre için, eski bir Konfederasyon Başkanının bu sözleri ciddi bir skandaldır.
BM Genel Kurulu’nda, Hamas’ın suç teşkil eden saldırılarına misilleme olarak Gazze’de 9,000’den fazla insanın katledilmesinin ardından “insani ateşkes” çağrısında bulunan bir kararı, aralarında ABD’nin de bulunduğu on dört ülke reddederken, İsviçre bu kararın lehinde oy kullanmıştı. Bu durum, ateşkes çağrısında bulunmanın aynı mantığa göre İsrail’in kendini savunma hakkını reddetmekle eşdeğer olduğunu düşünen Dış İlişkiler Komitesi’ndeki ulusal meclis üyelerinin çoğunu öfkelendirdi. Bu nedenle Ignazio Cassis 2 Kasım günü yaptığı açıklamanın satır aralarında insani ateşkesin ateşkesle eşdeğer olmadığını açıklayarak onları rahatlatmaya çalıştı…
Yani artık İsrail ordusu Gazze’ye girdiğine ve yerleşim bölgesinin kuzeyinde kalan herkesin – birkaç yüz bin kişinin – potansiyel bir “askeri hedef” olduğunu ilan ettiğine göre İsrail, savaş suçları, hatta insanlığa karşı suç işleyebilir ve soykırım yaparak kendini “korumaya” devam edebilir.
Filistinlilerin gidecek hiçbir yerlerinin olmaması, kuzeyden güneye bombalanmaları ve geri dönüş umudu olmaksızın zorla yerlerinden edilmeleri önemli değil. Artık İsrail devleti İsviçre’nin ve daha geniş anlamda Avrupalı yetkililerin desteğini almıştır.
Bugün görünen o ki İsviçre için özellikle silahlanma alanında İsrail ile işbirliğini sürdürmek her şeyden öncelikli. İsviçreli seçilmiş yetkililerin birçoğunun aldığı iğrenç pozisyonlar ya da suç ortağı sessizlikleri, İsviçre’nin onlarca yıllık barış diplomasisi çalışmalarını sorgulatmakta ve dillere destan kutsal tarafsızlığını lekelemektedir.
Bazı Avrupalı liderler, özellikle Filistinlilerle dayanışma açıklamalarını terörizmi destekleme veya teşvik etme ile ilişkilendiren tedbirler uygulamaya koyarak, gösterilerin ulusal güvenliği tehdit edebileceğini iddia edip kamu düzenine tehdit oluşturabileceği yönündeki zaten şüpheli iddianın ötesine geçti. Antisemitik ve İslamofobik eylemlerdeki mevcut artış göz önünde bulundurulduğunda, yetkililerin gerçek nefret söylemi ve nefret suçlarıyla mücadeleye odaklanmak yerine, Orta Doğu ile bağlantılı barışçıl gösterileri yasaklama ya da kısıtlama çabaları ikiyüzlülükte tavan yaptıklarının açık dışavurumu olarak tarihin tozlu raflarında yerini aldı.
Aslında göstermelikte olsa kapitalist devletler, insan hakları yükümlülüklerinden sapan tedbirlerini gerekçelendirirlerdi. Bunu yapmak için de bu tedbirleri yasalarla güvence altına alarak her bir tedbirin gerekli ve orantılı olduğundan emin olmak için bir çaba sarf ederlerdi. Oysa Filistinlilere verilen desteğin özellikle ulusal güvenliğe yönelik bir tehdit olarak gösterilmesi, insan haklarının sözde güvenlik zorunluluklarına tabi kılınmasından başka bir anlam ifade etmiyor.
Herkesin bildiği gibi Avrupa devletleri zaten, gerçek olmaları halinde olağanüstü tehditlere karşılık vermek için ellerinde pek çok araç bulundurmaktadır. Buna rağmen barışçıl gösterilerin böyle bir tehdit oluşturduğunu iddia etmek açıkça insan haklarının ihlâlidir.
Bugün İsrail ‘in bombardımanına, apartheid ve işgaline maruz kalan Filistinlilerin insan haklarını savunmak, evrensel insan haklarını savunmakla eş anlamlıdır. Aynı şey İsrailli rehinelerin haklarının savunulması için de geçerlidir. İnsan haklarının savunulması partizanca hesaplardan bağımsız olmalı ve bu şekilde anlaşılmalıdır.
Batı’da ve İsviçre’de yetkililer hala iki devletli çözümden yana olduklarını bir papağan gibi tekrarlıyorlar. Hiç kimse ileriye doğru nasıl bir yol izleneceğini umursamıyor. Ancak, Filistinliler diğer ezilen dünya halklarıyla birlikte hala ayakta ve delik deşik edilmiş bayraklarının altında direnerek tüm dünyaya bağımsızlıklarını kazanacaklarını haykırıyorlar.