Metin ALAN
2018’de yürürlüğe giren yeni vatandaşlığa kabul yasasının üzerinden 5 yıl geçti ve pratik uygulamalar İsviçre’nin, komşu ülkelerinden gelen iyi eğitimli ve varlıklı insanları kayırdığını gösteriyor.
Bir vatandaşlığa sahip olmak bir insan hakkı mıdır? İnsan Hakları Beyannamesi evet diyor. Ancak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bu konuda bir açıklama yapmıyor, sessiz kalıyor. Bu yüzden sık sık bunun bir hak değil, bir politika meselesi olduğu iddia ediliyor. Yine de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, belirli bir yerleşiklik derecesine ulaşıldığında, ait olma hakkı olduğunu belirtmektedir. Ülke sınırlarının titizlikle çizildiği ve korunduğu Kapitalist ulus-devlet sistemi göz önüne alındığında vatandaşlık elbette bir insan hakkıdır. Çünkü bu durumda vatandaşlık bir kişinin hayatının temel yönleriyle ilgilidir.
Mesela dünyadaki diğer ülkelerle karşılaştırıldığında, İsviçre vatandaşı olmak veya İsviçre pasaportu almanın önündeki engeller son derece büyüktür. Business Insider, vatandaşlığa kabulün pratikte mümkün olmadığı bazı ülkelerin (Yabancıların çoğunluk haline geldiği Körfez’deki Arap ülkelerinde olduğu gibi) yanı sıra İsviçre’yi «vatandaş olmanın en zor olduğu ülkeler» arasında sıralıyor. Yani dünyadaki en yüksek engellerin olduğu bir ülke İsviçre. Burjuva demokratik ülkeler arasında İsviçre’deki vatandaşlığa kabul koşulları Lüksemburg, Lihtenstein ve Japonya ile birlikte en katı olanlardır. Bu durum aynı zamanda dışarıdan bakıldığında dillere destan olarak nitelendirilen İsviçre doğrudan demokrasisinin hayata geçirilmesinin de önündeki engellerin yüksekliği anlamına geliyor. Çünkü nüfusun sadece yarısının karar verebildiği durumlarda, sıklıkla yapılan referandumların ve seçimlerin meşru olup olmadığı sorusu ortaya çıkıyor. Örneğin Zürih’in bazı bölgelerinde nüfusun %50’si oy kullanamıyor. Mevcut koşullar, kadınların henüz oy kullanma hakkına sahip olmadığı 1971 öncesine benziyor.
Bu nedenle yakın zamanda başlatılan ve beş yıllık ikametten sonra İsviçre’de vatandaşlığa geçişi hızlandırmayı amaçlayan popüler girişimi desteklemek siyasi bir yaklaşım değil gerçekte bilimsel bir yaklaşımdır. Zira burjuva anlamda bile İsviçre nüfusunun dörtte birinin oy kullanma hakkına sahip olmaması, uzun vadede siyasi kararların meşruiyetini zayıflatan bir faktördür.
Vatandaşlığa geçiş ile ilgili girişime karşı çıkan burjuva siyasetçiler ve liberal kesimler, İsviçre vatandaşlığının, tam da demokratik katılım fırsatları nedeniyle özel bir ayrıcalık olduğunu ileri sürmektedirler. Bu nedenle de diğer Avrupa ülkelerinden daha yüksek bariyerlere ihtiyaçları olduğu argümanını propaganda ediyorlar. Ancak aynı şey başka yerler için de söylenebilir. Bu kapsamda sözde daha ilerici bir vatandaşlığa kabul yasası çıkarma sürecinde olan Almanya’nın İsviçre’den daha az demokratik olup olmadığına dair çeşitli liberal teoriler ve tartışmalar söz konusudur. Özellikle de Alman pasaportu, İsviçre’nin pasaportuna kıyasla üç ülkeye daha vizesiz seyahat imkânı sağladığından dolayı.
Bu yüksek engeller, İsviçre’nin pek çok kantonunda vatandaşlığa kabul edilecek adayların vatandaşlıklarının belediye meclisinde oylanabilmesiyle de bağlantılıdır. Çünkü bu hukuki bir mesele değil, ancak bunun vatandaşlığın bir ayrıcalık olduğu, birçok karara katılmanıza ve hatta birçok kantonda vatandaşlık hakkını kimin alacağına karar vermenize izin verdiği algısını destekler niteliktedir. Oysa 2003 yılında Federal Mahkeme tarafından verilen karara göre, vatandaşlığa kabul idari ve hukuki bir işlemdir, siyasi bir işlem değildir.
Girişimi destekleyenler, bir devletin, yeni bir üyeyi kabul edip etmemeye karar verebilen bir kulüp gibi olduğu fikriyle karşı karşıya olduklarını söylüyorlar. İnsan hakları perspektifinden bakıldığında dışlama, bir noktadan sonra zaten gayrimeşru hale gelmektedir. Çünkü insanların birkaç nesil boyunca vatandaşlık hakları olmadan İsviçre’de yaşamaları kabul edilebilir bir durum olarak görülmektedir. Bu bakış açısının, bir devletin genel bir kural olarak ten rengi ya da dini inancına göre kişileri vatandaşlığa almamaya karar vermesini meşru hale getireceği açıktır.
Bunu, ayrımcılık yasağına aykırı olacağı için kimse açıktan yapmıyor. Ancak İsviçre vatandaşlığı, bazı istisnaları ayrımcı hale getirebilecek bir dizi mekanizmaya sahiptir. Sosyal yardım alan ya da son yıllarda almış olan ve bu nedenle vatandaşlığa kabul edilmeyen kişiler örneğini ele alalım. Bu yardımlardan çok sayıda evli olmayan kadın faydalanmaktadır. Bu durumda eğer, neredeyse sosyal yardım alan ve evli olmayan tüm kadınlar vatandaşlığa kabul edilemiyorsa, o zaman ortada büyük bir sorun olan dışlama ve ayrımcılık var demektir.
2018’den bu yana İsviçre pasaportu almak için gereken ikamet süresi 12 yerine 10 yıl oldu. Ancak bu, vatandaşlığa kabulün önünde daha az engel olduğu anlamına gelmiyor. Yeni vatandaşlığa kabul yasasına ilişkin ilk rakamlar, vatandaşlığa kabul kriterlerinin çok daha seçici ve ayrımcı hale geldiğini gösteriyor. Çünkü bundan yararlananların çoğunlukla komşu ülkelerden gelen iyi eğitimli, yüksek gelirli zengin insanlar olduğu görülüyor. Üçüncü ülkelerden gelenler ya da İsviçre’ye mülteci olarak gelenler için engeller yerli yerinde duruyor. Zira Federal İstatistik Ofisi (OFS) verilerine göre, İsviçre’nin üçüncü ülkelerden gelen insanları vatandaşlığa kabul etme eğiliminde açık bir düşüş söz konusudur. Bunun nedeni, daha önce bahsedilen sosyal yardımlardan faydalanma kısıtlamalarının yanı sıra artık yerleşim izninin şart olması ve dil bilgisi eşiğinin standart hale getirilmiş olmasıdır.
İsviçre’de federalizm belli ölçüde keyfilik anlamına geliyor. Bu durum özellikle sosyal yardımlar için geçerli, çünkü belediyeler bu hizmetin organize edilmesinde büyük ölçüde özerkliğe sahipler ve bazen teknik veya denetleyici vasıflardan yoksunlar. Vatandaşlığa kabulde ulusal kuralların artması, süreci daha adil ve daha tekdüze hale getiriyor. Çünkü kurallar ne kadar ayrıntılı olursa, olumsuz anlamda olduğu kadar olumlu anlamda da takdir yetkisi ve keyfiliğe o kadar az yer kalıyor.
Bu anlamda yasanın 2018’de tamamen revize edilmesinden bu yana, vatandaşlığa kabulün önce kanton ve belediye, ardından da Konfederasyon aracılığıyla gerçekleşeceği konusunda net bir kural var. Daha önce bu durum kantondan kantona değişiyordu. Ki bu bir ilerleme olarak kabul edilebilir.
Ancak dil yeterliliği kriterleri ve entegrasyonun neredeyse bu yeterliliğe indirgenmiş tanımı artık o kadar ayrıntılı ki, örneğin dil yeterliliği söz konusu olduğunda takdir yetkisine daha az yer veriliyor. Hayatı boyunca inşaat işlerinde ya da temizlik hizmetlerinde çalışmış bir kişi sohbet edebilir ama ulusal dilde karmaşık bir metin yazamaz. Bugün bu kişi dil sınavında başarısız olma riskiyle karşı karşıyadır. Tıpkı Zürih’teki yıllardır taksi şoförlüğü yapan kişilerin bu dil standardı nedeniyle -vatandaşlığa kabul edilmek bir yana- işlerini kaybetmeleri gibi…
Demokratik bir bakış açısıyla, bu durum “sadece yüksek vasıflı vatandaşlar mı isteniyor?” temel sorusunu gündeme getirmektedir. Bu henüz başlatılmamış siyasi bir tartışma olarak karşımızda duruyor.
Ancak hukuki açıdan ise bazen ayrımcı ve seçici uygulamalara açıkça kapı aralanabiliyor. Burada özellikle, yoksulluktan etkilenen ve fiilen artık vatandaşlığa kabul edilemeyen kişiler ya da üçüncü ülkelerden gelen insanlar söz konusu. Bunlar genellikle yoksul ülkelerden gelen, dini ve rengi farklı olan kişilerdir. Bu ayrımcı ve seçici-eleyici eğilim çoğu zaman açıkça görülüyor veya hissediliyor.
İsviçre’de vatandaşlığa kabul edilip edilmeme yaşadığınız bölgeye bağlı olabiliyor. İsviçre’de bir belediyede, bir kantonda ve ülkede vatandaşlığa kabul ediliyorsunuz: buna üçlü yapı deniliyor. İsviçre bu açıdan dünyada bir istisnadır. Çünkü diğer hukuk sistemleri, belediye, kanton ve federal düzeyde aynı vatandaşlık haklarını sunmuyor. Dahası, tüm idari bölgeler kendi koşullarını belirleyebiliyor. Uygulamada, Almanya gibi diğer federal eyaletlerde, sorumlu makama bağlı olarak farklılıklar vardır, ancak resmi kurallar her yerde aynıdır.
Dünya genelinde siyasi cephede milliyetçiliğin ve ırkçılığın yükselişine paralel olarak, vatandaşlığa kabulde de benzer olumsuz bir uluslararası eğilim var. Son yıllarda, kalış süresini beş yıl olarak belirleyen yeni Alman vatandaşlığa kabul yasasına kadar daha fazla esnekliğe doğru bir eğilim görülüyor. Ama öte yandan vatandaşlığın geri alınması da sık karşılaşılan bir olgu haline geldi. Avrupa bağlamında da, İsviçre’de de vatandaşlık çoğunlukla kendi söylemlerine göre, şüpheli görülen “teröristlerden” ya da «yabancı savaşçı» olarak nitelendirilen kişilerden geri alınmaktadır. Ancak İngiltere bu konuda bir öncü haline gelmiştir. Kişi ‘vatansız’ kalsa bile vatandaşlığı geri alınmaktadır.
Bu son derece yıkıcı ve insanlık dışı bir uygulamadır. Oysa AB’nin kutsal değerleri arasında da yer aldığı üzere, 1950 yılında, Nazi Almanya’sında yüz binlerce Yahudi’nin maruz kaldığı gibi vatandaşlıktan çıkarılmanın bir daha asla yaşanmaması gerektiğine karar verilmişti. Bugünlerde bu uygulamanın geri getirilmesi, dünya genelinde olduğu gibi İsviçre’de de ırkçı-milliyetçi kesimler ve muhafazakar sağ tarafından talep edilen bir paradigma değişikliği olarak dayatılmaktadır. Tıpkı UDC/SVP’nin seçim kampanyalarında propaganda argümanı olarak kullandığı ve bugünlerde “10 milyonluk İsviçre’ye hayır” sloganı ile başlattığı referandum dilekçesi gibi.