Kralların oyunu, oyunların kralı

Metin Alan
“Satranç oynamayı bilen, dünyaya hükmedebilir”, diyor bir Fars atasözü. Bin yıllık, «asil oyun» her zaman bir gücün sembolü olarak görülmüştür. Pek çok politika stratejistini; Marx, Engels, Lenin, Stalin, İngiltere’li III.Edward, I. François, Napolyon, Churchill ve Castro gibi nicelerini büyülemiştir.
“…Satranca oyun demekle, haksız bir kısıtlama yapmış olmuyor mu insan? Satranç aynı zamanda bir bilim, bir sanat değil mi, yerle gök arasında süzülen Muhammed’in tabutu gibi bu iki kategori arasında gidip gelmiyor mu, bütün karşıt çiftlerin bir kerelik bileşimi değil mi?” derken
Stefan Zweig Satranç adlı kitabında, satrancın gizli bir bilim olduğunu hatta bir sanat olduğunu, yeryüzü ile gökyüzü arasında bulunan bir şey olduğunu, ayrıca hiçbir hesaplama yapmayan matematik olduğunu, olduğu yerde duran bir düşünme eylemi olduğundan söz eder.
Satrancın Doğuşu
Satrancın zamanımızdan binlerce yıl öncesine kadar Mısır’da oynandığına dair bulgular, piramitler üzerinde rastlanan kabartma ve çizimlerde bulunmaktadır. Kökenleri belirsizliğini korumakla birlikte satranç, bir Hint strateji oyunu olan chaturanga`dan türemiş gibi görünüyor. Araplar, İran’ın fethi sırasında satrancı keşfediyorlar. 9. yüzyılda Bağdat’ta halifenin sarayında oynandığını görüyoruz. El-Adli, el-Suli veya el-Razi gibi bilim adamları satrançla ilgili bulmacalar hazırlıyorlar. Gazetelerimizde hâlâ gördüğümüz «satranç problemlerini» icat edenler onlar. İsviçre’de oyunun ilk izi, Einsiedeln rahiplerinin bir şiirinde 10. yüzyıla kadar uzanıyor. Ancak kilise, duygusal kontrol kaybına ve küfür riskine yol açacağına inandığı için satranç oynamayı yasaklamış, satrancı genellikle bir akıl oyunu olarak gören dinler, kendi aralarında bölünmüştür.
Neden ve Nasıl Oynarız Satrancı?
Satrancı kazanmak için oynamak aslında büyük bir yanlıştır. Satrancı oynamanın amacı yeni düşünce yolları bulmak, dünyaya farklı pencerelerden bakmaktır. Satranç, gözlüklerimiz ne kadar kirli olursa olsun temiz düşüncelerle etrafımıza bakma şansı yaratır. Satranç için fiziksel açıdan güven, psikolojik açıdan büyük mücadele gerekir. Satranç dalgınlığa izin vermez ve zinde kalıp, yoğunlaşmamız gerektiğini gösterir, dikkatimizi en üst seviyeye çeker.
Satranç ustalık içeren bir felsefi düşünce gerektirir. Yapılan her hamleden sonraki üçüncü, dördüncü ya da yedinci hamleyi de hesaba katmak gerekir. Şimdiye kadar tarihte yapılan savaşlar bir satranç oyunu gibi işlemiştir. Satranç da bir savaş sanatı niteliğindedir. Bir komutan ya piyonları olan askerlerini ileri sürmüştür ya da savunma amaçlı askerlerini yerlerinde bekletmiştir. İki komutan da çok ince düşünüp bu oyunu kaybetmemek için diğer hamleleri de hesaba katmalı ve savaştan galip ayrılmalıdır.
Satrancın Diyalektiği
Açık ve nettir ki satrançta bir diyalektik yöntem söz konusudur. Siyah-beyaz taşlar ve kareler aynı mücadele zeminindedir. Ve diyalektiğin en temel yasası olan «Zıtların birliği ve mücadelesi» yasasının adeta pratik yansımasıdır. Keza diyalektik, diğerinin dolayımı ile düşünmedir. Satranç tahtasının başında ben ve diğer ben mevcuttur. Ben, diğer benin dolayımı ile düşünüp onun hangi taktikleri tasarladığından hareketle, ne tür hamleler yapmak gerektiğini görmüş olur.
Başkasının duygusuna dair bir anlayış oluşturmak için geçer tek yol, tasavvurumuzdur. Yani, toplumsallığın oluşmasının düşünsel olarak tek yolu fantezi gücüdür. Böylelikle diğerinin duygusunu bizim duygumuzmuş gibi hissederiz. Kısaca diğer Ben’in hissine ulaşmak için tasavvuru kullanırız ve kendimizi diğerinin yerine koyarız.
Tasavvur gücüyle, kendimizi başkasının yerine koyar, aynı acılara katlandığımızı düşünür, sanki aynı vücutta can bulur ve onunla bir şekilde aynı kişi haline geliriz; bu yüzden hislerine dair bir fikir edinir, daha zayıf da olsa hissettiklerinden tamamen farklı olmayan benzer duygular hissederiz. Diğerini kendin olarak bilmenin, anlamanın koşulu, kendimizi diğerinin yerine koymaktan geçer. Bu da empati anlamına gelir. Sempati de ise diğerinin acısını kendi acın yapman gerekir. Bu noktada Adam Smith’in şu sözüne dikkat çekmek faydalı olacaktır: “Mutluluğu paylaşmak kolay, biz acıyı paylaşan insanlarız.” Yani onun acısını paylaştığımızda acısını yavaş yavaş azaltırız, mutluluğunu paylaşınca mutluluğunu artırmış oluruz.
Satranca dair bir uyarlama da söz konusudur. Karşımdakinin hamlelerini çözebilmem ya da kavramaya çalışmam için olası yapılabilecek hamleleri tasavvur etmem veya onların hayalini kurmam gerekir. Bunun için insan, kendisini diğeri ile paylaşmak, kendisini diğerinde inşa etmek ister. Diğerinin kendisi de bizi inşa etmesine izin verirse mutlu oluruz. Bunu şöyle hayal edebiliriz: Rengi meşe gövdesine benzeyen, sağ ayağı hafif sallanan ve üzerinde acılarımız kadar derin çizgiler taşıyan bir masanın başındayız. Önümüzde siyah-beyaz satranç tahtası duruyor. Ben kendi benliğim dışında diğer beni karşımda rakibim olarak inşa ederim. Stefan Zweig bu durumu ‘Satranç’ adlı eserinde şu şekilde ifade ediyor: “İki Ben’imden her biri, yani Siyah Ben ve Beyaz Ben birbirleriyle rekabet etmek zorundaydılar ve her biri kendi adına galip gelmek, kazanmak için kendini bir tutkuya, sabırsızlığa kaptırıyordu…”
Diğerinin dolayımı ile düşünme ve kendimizi diyalektik şekilde inşa etmek bu şekildedir. Satrançtaki zıtlıklar, diyalektik süreçler ve ince düşünceler Ben’i ortaya koyarken diğer Ben’i de canlı tutar. Satranç felsefesinin üzerine düşmek için mantık çerçevesinde düşünmek gerekir. Mantıksız veya mantık hatası olan her hamle bize pahalıya patlayabilir.  Peki, düşünüyor muyuz? Düşündüğümüz tek şey kendimizi düşünmek oluyor.
Hepimiz birer vezir gibi kibrimiz ve tavrımız ile dolaşıyoruz. Birbirimizi tanıyamıyoruz. Siyah kareler gibi gözlerimizi karartıyor, insanlığa beyaz kareler sunmak yerine insanlığı mahvediyoruz. Çünkü düşünmüyoruz ve düşünmediğimizle kalıyoruz. Vezir gibi dolanıyoruz. Vezirliği üstünlük sanıyoruz. Ama üstünlüğün yürekten ve bilinçten geldiğini bilmiyoruz. Dertlerimizi bir satranç tahtasına yatırır gibi önümüze almıyoruz. Çünkü herkesin düşüncesini bilmiyoruz, bundan dolayı dolayımlayamıyoruz. Tüm istisnai eylemleri vezir ile gerçekleştirebilecekken, filin büyüklüğüne, atın asaletine ya da kalenin dik başlılığına sığınıyoruz. Şahı korumak için diğer taşların hepsini değerine göre feda ediyoruz. Hepimiz birbirimizin üstüne şaha kalkıyoruz. İçi korku dolu bu hayatta oyunu kaybetmekten korkuyoruz. Günün birinde hepimiz mat olacağımızı bilerek yaşıyoruz ya da göz ardı ediyoruz.
Sonuç olarak satrancı hayat felsefemize eklemeliyiz ve oyunu kurallarına göre oynamalıyız, diyoruz. Ama bu oyunu kuralına göre oynayacak kaç insan tanıyoruz? Diyalektiğimizi üzücü bir şekilde yitiriyoruz ya da kullanamıyoruz. Biz piyonlarımızı sürdük, ‘’Hadi, geri kaçalım!’’ demek yerine ileri gidip ‘’Savaşı kazanalım!’’ diyebildiğimiz noktada kalıyoruz. Pes etmek satranç felsefesinde kolay kolay yer almasa da hayat felsefemizde hep pes ediyoruz.
Belki de satranç üzerinden ders almamız gereken çok şey var, görmüyoruz. Siyah-beyaz tahtada sosyal ve biyolojik hayatımızı öyle böyle geçiriyoruz.
Şah olmadan önce piyonların gölgesinde yaşıyoruz…