İşçiler ve halklar on yılların en kötü krizinin yükünü çekiyor

 

Dünya ekonomisi, mevcut sistemi etkileyen genel kriz çerçevesinde ortaya çıkan yeni bir kapitalist krize yakalanmış durumda. Bu kriz 1970’lerin krizinden daha şiddetli olan 2008-2009 krizinden de ciddi. Kapitalizmin gelişmesinde bir başarısızlıktan diğerine düşmek ve kriz momentlerine takılıp kalmaktan kaçınılamaz; bundan etkilenenler, genel olarak işçiler ve halklardır, çünkü yarattıkları zenginliklerden yararlananlar daima şu ya da bu sermaye kesimidir.
Bu krizlerde, burjuva ekonomisinin tüm çelişkileri yoğun ve şiddetli biçimde ortaya çıkar ve devresel olarak ortaya çıkışlarının nedeni, üretimin toplumsal karakterde olması ama işçi sınıfının emeğinin ürünlerinin özel kapitalist biçimde mülk edinilmesindedir. Mevcut tekelci kapitalizm koşullarında en yüksek kârı elde etmek üzere yoğunlaştırılan artı-değer sömürüsü ve tekelin yanı sıra süren rekabet nedeniyle üretici güçlerin giderek hızlanan gelişmesi dolayısıyla, kapitalist üretim hızla ve sınırsız olarak gelişme eğilimindedir. Ancak pazarlar bununla uyumlu bir gelişme göstermez; sınırlıdır ve pazarların büyüme hızı sınırsızca gelişen üretimin ihtiyaçlarını karşılayacak düzeye ulaşamaz. Pazarların bu sınırlılığı, birbirlerinin pazarı durumundaki kapitalistlerin üretken tüketimleriyle ilgili olduğu kadar, büyüklük bakımından kapitalistlerin lüks tüketimleri ihmal edilebilir sayılabileceğinden, başlıca, ancak tüketilerek gerçekleşebilecek olan üretilmiş ürünlerin son ve asıl tüketicisi durumundaki –emek-gücünün önemli bir bölümüne karşılıksız el konan– işçi sınıfının (ve diğer emekçilerin) buradan kaynaklanan tüketim olanaklarının düzeyiyle belirlenir.  Kapitalist üretimle pazarlar arasındaki bu uyumsuzluk, üretimin tüketim yoluyla gerçekleşmesi bakımından zorunlu olan değişim süreçlerinde herhangi bir nedenle yaşanabilecek tıkanmalar, piyasa dalgalanmalarının ortalamalarıyla “çözülebilir” düzeyi aştıkları ya da zamana yayılarak ötelenemez olduklarında, kriz patlak verir. Bu nedenle rahatlıkla söyleyebiliriz ki, kapitalizmin krizi, son tahlilde şu çatışmadan kaynaklanır: sermaye sahiplerinin servete duydukları açlık, üretimin artırılmasına ve bununla birlikte, daha da büyük bir artı değer kitlesi arayışına yol açar, bu da işçilerin sınırlı tüketim gücüyle çatışma halindedir; bununla, toplumsal üretimin sınırsız gelişim eğilimiyle toplumun tüketim kapasitesinin sınırlılığı çatışma içine girer. “Kapitalist üretimin gerçek sınırı sermayenin kendisidir, kapitalist üretim içerisinde sermaye ve kendi yüceltilişinin, üretimin hem çıkış hem de sonuç noktasını, hem itici gücünü hem de amacını oluşturması olgusudur; burada üretimin yalnızca sermaye için üretim olması, tersinin, üretim araçlarının, üreticiler toplumunun yaşam süreçlerinin yapısını daha da genişletmenin basit araçları olmaması olgusudur”  diyor Karl Marx.
Küresel yaygınlıkta dış bir etken rolü oynayan Covid 19 salgının patlak vermesi nedeniyle kriz, eşzamanlı olarak, tüm ülkelerde ve ekonominin hemen tüm alanlarında ortaya çıktı. Kayıplar milyonlarca dolara varıyor, milyonlarca iş kaybı ve üretici güçlerin muazzam bir yıkımı sürüyor. Uluslararası burjuvazinin ekonomide daha büyük bir düşüşün önüne geçmek ve toparlanma yoluna girmek üzere aldığı önlemler, işçi kitlelerinin; işsizlik ve ücretlerin düşüşüyle karşı karşıya olan milyonlarca erkek ve kadının daha da yoksullaşmasına yol açıyor. Aynı zamanda dünya ekonomisinin gelecekteki çöküşünün zemini hazırlanıyor.
 
KAPİTALİST KRİZ VE SALGIN
Krizin büyüklük ve çapı Covid 19 salgının ortaya çıkışıyla yoğunluk kazandı ve aralarında şirketlerin kapanması, uluslararası ticaretin felce uğraması ve toplumsal sınırlamalar olmak üzere abluka önlemleri alınmasına zorladı.
Covid 19 krizin nedeni değildi, gelişmekte olan fenomeni ağırlaştıran bir rol oynadı. Dünya ekonomisi zaten düşüşte olan bir ekonomik büyüme sürecinden geçmekteydi ve başlıca Avrupa’dakiler olmak üzere, bazı ülkeler durgunluk içerisindeydi. Dünya Bankası Dünya Ekonomik Perspektifleri raporuna göre, 2018’de dünya ekonomisi GSYH’da %3 oranında bir büyüme kaydetti, 2019’da bu oran %2,4’e düştü ve aynı rapor, 2020 yılı için %2,5’lik bir büyüme tahmininde bulunuyordu. En büyük sorunlar, sadece %1,4 oranında ortalama bir büyümenin beklendiği başlıca emperyalist ülkelerde (Çin hariç) yaşanırken, buna karşılık gelişmekte olan ekonomiler olarak bilinen Doğu Asya ve Pasifik ve Güney Asya’nın, sırasıyla %4,1, %5,7 ve %5,5 ile dünya ortalamasının üstünde büyüme kaydetmeleri bekleniyordu. Uluslararası Para Fonu, bu yıl için yaptığı %3,3’lük büyüme tahminiyle, daha iyimserdi. Ancak bu tahminler, ABD-Çin ticaret savaşlarının olumsuz etkisi ve kötüleşen emperyalistler arası çelişkiler, ABD ile ortakları arasında kötüleşen ilişkiler, derinleşen hoşnutsuzluk ve dünyanın çeşitli bölgelerinde işçi ve halkların mücadelesi gibi bir dizi belirtiyle sorgulanmaktaydı.
Bu yılın ilk çeyreğinde ekonominin gidişatına ilişkin açıklanan resmi sonuçlar sorunların ciddiyetini onaylar nitelikte: ABD’de %4,8 oranında düşüş yaşandı, Almanya’da %2,2, Fransa’da %5,8, İtalya’da %4,7, İspanya’da %5,2, Çin’de %6,8 (son 40 yılın ilk daralması); Latin Amerika da, Kolombiya ve Şili dışında, eksi bir bilanço kaydetti. Büyük düşüşe rağmen, Çin, ikinci çeyrekte hızlı bir toparlanma gerçekleştirdi, kendisi için tahmin edilen %1,5-%3’ün üstünde ve resmi verilere göre geçtiğimiz yıla kıyasla %3,2’lik bir büyüme sağladı, buna karşılık Avrupa Birliği bir bütün olarak %11,7’lik bir çöküş yaşadı.
Dünya sanayi üretimi ve ticaret endekslerinin tahlili, mevcut krizin kendi yolunda ilerlediğini doğrulamamızı sağlıyor.
2017’de %3,6 olan toplam dünya sanayi üretimi büyüme oranı, 2018’de %3,1’e, 2019’da %0,8’e düştü. 2019’un son iki çeyreğinde büyüme oranları, önceki çeyreklere kıyasla, sırasıyla %-0,2 ve %0,3’tü. Salgının etkisiyle, özellikle Çin’de bu yılın ilk çeyreğinde %-4,2’lık bir oranla keskin bir düşüş yaşandı ve Nisan ve Mayıs’ta, önceki aylara kıyasla, sırasıyla %-8,5 ve %0,8’lik büyüme yaşandı.
Dünya ticaret hacminin daralışı, salgın henüz mevcut değilken, 2019’da başladı ve bu daralma, salgının ortaya çıkmasıyla daha da büyüdü. 2017’de %4,9 olan büyüme oranı, 2018’e %3,4’e, 2019’da %-0,4’e düştü (eksi büyüme, mutlak daralma). En büyük sorunlar 2019’un son iki çeyreğinde başladı, bu yılın ilk çeyreğinde ise büyüme %-2,7’ydi ve Nisan ve Mayıs’ta, önceki aylara kıyasla, sırasıyla %-12,2 ve %-1,1’lik bir büyüme yaşandı.
Çin bu fenomenden kaçınamıyor, ama gidişatı farklı. 2017 ile 2019 arasında, %6,6’dan %5,7’e azalarak küçük bir düşüş kaydediyor, ama bu yılın ilk çeyreğinde, %-12 ile keskin bir düşüş yaşıyor ve Mart’ta aylık %16, Nisan’da %3,9 ve Mayıs’ta %0,6’lık bir büyüme gözleniyor. En büyük düşüş oranları Latin Amerika’da görülüyor: bahsedilen yıllarda, %-0,7, %-2,2, %-5,0 ve bu yılın Nisan ve Mayıs aylarında, (önceki aylara kıyasla) sırasıyla, % -18,0 ve %2,2.
Geçen yıldan bu yana bir borç krizinin yaklaşmakta olabileceğine dair uyarılar vardı. 253 trilyon dolar düzeyinde olan dünya borcunun GSYH’ya oranı, tarihsel bir rekor kırarak, %322’ye ulaştı; bu, hem özel, hem de devlet sektörlerini kapsayan bir olgu. 2008-2009 krizinden bu yana, en fazla borç artışının kaydedildiği alan, ekonomik büyümenin yavaşlamasından dolayı borçlarını ödemekte daha da zorlanan banka dışı işletme sektörüydü. Bir OECD raporuna göre, Aralık 2019 sonlarında, finansal olmayan şirketlerin ödemeleri gereken toplam küresel borç miktarı, reel açıdan, Aralık 2008 oranlarını ikiye katlayarak, 13.5 trilyondolarlık rekor bir zirveye ulaştı. 
2019’da şirket tahvil stokları, 2008’e kıyasla, iki katına çıktı. En yüksek nominal şirket borcu olan ülkeler sıralamasının başını, diğerlerinin çok üstünde oranlarda, ABD ve Çin çekiyor. ABD’de borç, toplam GSYH’nın %75’ine varmış durumda. Çin’de bu oran %155’e ulaşmışken, borcun GSYH’ya oranları Japonya’da %101,6, Fransa’da %154,1, Almanya’da %58,9, Birleşik Krallık’ta ise %79,1. Genel olarak, en yüksek şirket borcu olan ülkeler gezegenin en büyük ekonomileri. Bu konuyla ilgili olarak, “borçların kötü nitelikli” oluşuna da dikkat çekilmelidir. Örneğin, ABD’de, borcun %75’i bu kategoride görülmektedir ve bu derecelendirmeleri yapan şirketlerin derecelendirilen şirketlerde çıkarları ve anlaşmaları olduğu için oran daha da yüksek olabilir.
Krize karşı son aylarda uygulanan kurtarma önlemleri ve borçların yanı sıra sağlık sorunları ve sosyal politikalar için yapılan yatırımlarla, GSYH’nın %100’ünü geçerek , İkinci Dünya Savaşı sonrası en yüksek oranlara ulaşan kamu borcu sorunu da, daha büyük boyutlar kazandı. Bu nedenle –kurumsal ve kamu– borçluluk olgusu, uluslararası tekellerin da buna batmış oldukları göz önünde bulundurulduğunda, dünya çapında büyük etkilere yol açmak üzere, bu balonu kısa süre içinde patlatmakla tehdit etmektedir.
Yaklaşan salgın korkusu farklı sektörlerde ifadesini buldu: piyasalarda hisse senetleri fiyatları ansızın aşırı seviyelerde düştü; kredi piyasalarında, yüksek getirili tahviller, yaptırımlı krediler, ve özel borçlar gibi riskli sektörlerde farklılıklar oluştu. Bunu uluslararası piyasalarda petrol fiyatlarının düşüşü takip etti; nedeni de, dünya talebinde zayıflama ve OPEC ülkeleri, Suudi Arabistan, Rusya ve Birleşik Devletler gibi başlıca petrol üreticileri arasındaki çıkar çatışmalarıydı. Sonradan, salgın önlemleri kaldırıldığında kapitalizmin çarklarının yeniden dönmeye başlamasıyla enerji ihtiyacındaki artışa ve aynı süreçte ABD’nin kaya gazı stoklarındaki eriyişe bağlı olarak petrol fiyatları yeniden yükseldi. [Petrol fiyatlarındaki] düşüşün temelinde,ilk kez bir varil petrol için negatif fiyatların oluşmasına yol açan aşırı üretim yatmaktadır. Hammadde birim fiyatları da düştü; Mart’taki %2,0’lik bir düşüşe kıyasla Nisan’da düşüş oranı %5,8’dir. 
Sözde gelişmekte olan ekonomilerde, hem dolar cinsinden hem de GSYH’nın yüzdesi olarak portföy yatırım akışlarında daha önce hiç görülmemiş tersine dönüşler oldu ve bu durum mükemmel fırtına olarak tanımlandı. Ekonomileri zayıf olan ülkeler, uluslararası pazarın sorunlarını, para girişlerindeki sert düşüşü ve genel olarak uluslararası mali sermayeye bağımlılıklarının sonuçlarını güçlü bir şekilde hissetti.
Küresel ölçekte üretim ve ticaretin felce uğraması borsalarda paniğe neden oldu ve ekonomik büyüme tahminleri düşürüldü. Nisan ayında, 2020 için, 2008 krizinde kaydedilenden daha ağır olmak üzere, %-3’lük büyük bir ekonomik daralma olasılığı konusunda endişeler vardı; ve pandemi ve etkilerinin uzun sürmesi halinde senaryoların daha kötü olabileceğine dair sürekli uyarıda bulunuluyordu. Haziranda, Dünya Bankası, 2020’de dünya GSYH’sinde %5,2’lik bir daralma beklendiğini ve benzeri görülmemiş ekonomik ve sosyal politika ve önlemlere rağmen, bunun son 80 yılın en derin küresel resesyonu olacağını belirtti.
24 Haziran’da yayınlanan IMF tahminleri, Dünya Bankası’ndan biraz “daha iyi” idi; tabii ki salgının seyri daha kötüye gitmezse, 2020 için %-4.9’luk bir düşüş ve 2021 için %5.4’lük bir büyüme öngörüyordu. ABD ve Euro Bölgesi (sırasıyla %-8, %-10 olmak üzere) en büyük düşüşe sahipler, bunlara Latin Amerika ve Karayipler, %-9,4’lük bir oranla eşlik ediyor. Çin, büyümede önemli bir düşüş yaşadı; 2019’da %6,1’den, bu yıl için tahmin edilen %1,0’e düştü. Büyüme gösteren tek emperyalist ülke Çin oldu.
2021 için %5,4’lük büyüme tahmini, küresel olarak, önümüzdeki yıl GSYH’nin, Ocak 2020’de yayınlanan projeksiyonlardan yaklaşık yüzde 6,5 daha düşük olacağı, ancak toplam ekonomik toparlanma sürecinin yavaşlayacağı ve belki 2-3 yıl alacağı anlamına geliyor. 2020 ve 2021 yıllarında dünya ekonomisinin toplam kaybının 12 trilyondolar olması bekleniyor; bu kaybın %10’unu Latin Amerika ve Karayipler’de olacak.
Önümüzdeki aylarda sorunların artabileceği ve krizin derinleşebileceği olasılığı göz ardı edilmemelidir.
 
ÇELİŞKİLER VE EMPERYALİSTLER ARASI MÜCADELE
Bu ekonomik kriz ve küresel salgın bağlamında, tekeller ve emperyalistler arası çelişkiler de bulunmaktadır. Birleşik Devletler ve Çin arasında gelişen tehdit, yaptırım ve casusluk suçlamaları sarmalı, bazen sert tonda bazen yatışmış görüntüsüyle, gelişmesini sürdürdü. Bu, bazı kesimlerin iddia ettiği gibi, demokrasi ve otoritarizm ya da kapitalizm ile sosyalizm arasında bir hesaplaşma değil; bunlar, pazarlar ve gezegenin farklı bölgelerinde kendi denetimlerini genişletmek ve kabul ettirmek için mücadele eden iki başlıca emperyalist güç arasındaki çelişkiler.
Başlıca ekonomik güçlerin salgını denetim altına almak üzere güvenlik önlemleri uygulamaya geçmeleri, siyasi hesaplar içermiyor değildi ve Covid 19’la mücadele için gerekli tedavi ve aşı araştırmalarında, ilaç tekellerinin ve ait oldukları ülkelerin oynadıkları çıkar oyununa şahit olundu.
Emperyalistler arası çekişmelerin işçilerin ve halkların çıkarlarıyla bir ilgisi yoktur; onlar, hatalı biçimde biri veya diğerinin insanlığı “daha fazla ya da daha az savunduğu” varsayımıyla bu güçlerin herhangi birinin ardında saf tutamazlar; dahası, bu iki güç arasındaki çelişkilerin keskinleşmesi savaş tehlikesini içermektedir.
 
ULUSLARARASI BURJUVAZİNİN TEPKİSİ
Uluslararası burjuvazi, geçmiş deneyimlerden öğrenerek, büyük bir ekonomik çöküşten kaçınmak ve işçilerin ve halkların hoşnutsuzluğunun hızlı biçimde büyük protestolara dönüşmesini önlemek için bir dizi önlemler aldı.
Merkez bankaları büyük ölçüde likidite enjekte etti ve hükümetler, tekellerin ve büyük şirketlerin yararına ve kitlesel iflasların önlenmesi için sübvansiyonlar, krediler ve maliye politikaları yoluyla kurtarma politikaları oluşturdu. Bu amaçlar için tahsis edilen kaynakların miktarı muazzam; benzeri görülmemiş “kurtarma ve mali teşvik programlarında, şirketlere maaş takviyeleri, lisanslar, krediler ve sübvansiyonlar da dahil olmak üzere, GSYH’nin ortalama %5-6’sına eşdeğer bir ek harcama, bir o kadar da bankalar ve şirketler için kredi teminatları ve diğer kredi desteği öngörüldü”. 
Kriz ve Covid 19 salgınının yol açtığı dramatik durum, Dünya Bankası ve IMF’yi, hükümetlerin ekonomi yönetimive acil durum tedbirlerinin benimsenmesi konusundaki söylemlerini değiştirmeye zorladı. Zayıf ekonomiye sahip ve daha büyük zorlukları olan ülkelerin dış borç ödemesinin askıya alınması gereğinden bahsettiler, süreçlerin onlarla yeniden müzakere edilmesini önerdiler ve birkaç ülke bağımlı ülkelerin borçlarının bir kısmını “affetti.” IMF, krediye erişimde daha büyük sorunları olan 96 ülkeye 20 trilyon dolarlık serbest kredi olanağı sağlayan acil bir plan başlattı.
Ayrıca, “sermaye ve emeğin nispeten hızlı bir şekilde uyumlandırılmasını, uyuşmazlıkların çözümünü hızlandırmayı, düzenleyici engellerin azaltılmasını ve gelişimi yavaşlatan maliyetli sübvansiyonların, korunan tekellerin ve devlete ait işletmelerin reformunu sağlayan”  reformların uygulanması “ihtiyacını” gündeme getirdiler. Bazı ülkelerde, çalışma ilişkilerini “esnekleştirmek”, şirket iflaslarını ve toplu işten çıkarmaları yasallaştırmak, tatil kullanımını zorlamak, çalışma saatlerini ve ücretleri düşürmek için özel yasalar çıkarıldı. Bunun yanında, aynı zamanda, ekonomik yardımlar ve yiyecek paketlerinin uygulanmaya sokulması gibi en yoksullara yönelik sosyal programlar da başlatıldı.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) gibi örgütlerin tecrit tedbirleriyle yaşamı korumak için belirlediği önleyici tedbir çağrılarına rağmen, burjuvazi, zorunlu olmayan sektörlerde işçileri hızla çalışmaya zorladı ve buralarda çoğunlukla gerekli bio-güvenlik önlemlerinin alınmamış olması virüsün yayılmasına, aynı zamanda işçilerin direnişi ve protestosuna yol açtı.
 
İŞÇİLER VE HALKLAR KRİZİM YÜKÜNÜ ÇEKİYOR
Kapitalist kriz ve Covid 19 salgınının başlıca kurbanları, en başından beri emekçi sınıflar, toplumun en yoksul kesimleri ve özellikle de gençler oldu. Burjuvazi ve hükümetleri tarafından atılan adımlar, bazı sosyal politikalara (primler gibi) rağmen, kapitalist krizin yükünü işçi sınıfı, işsizler ve evsizlerin sırtına yıkıyor. Bu yeni bir olgu değil; kapitalizmin doğası ve yeniden üretim döngüsünün ayrılmaz bir parçasıdır.
Milyonlarca erkek ve kadın işini kaybetti, ücretlerinde düşüşe katlandı, çalışma saatlerini artırmak zorunda kaldı; milyonlarca insan, özellikle gençler işgücü piyasasına girişlerinin durduğunu gördüler.
Kamu ve özel sektördeesnek saatlere, çalışmanın yoğunlaşmasına, kısaca sömürünün daha da yoğunlaşmasına yol açan evden çalışma genişletildi. Şirketler yatırımlarını azaltıyor, işçiler şirketlerin ödemesi gereken ya da onların sorumluluğu olan elektrik tüketimi, internet, bilgisayarlar gibi üretim giderlerini ödüyor; saatlik işgünü kayboluyor ve işin ölçümü performansa göre yapılıyor oluyor. Çalışan kadınlar için, bu, iki katına çıkan iş günü gizlenerek ve anaokulları vb. gibi sosyal hizmetlerin kesilmesini getiren politikaların uygulanması meşrulaştırılarak, “iş ve aile yaşamını birleştirmenin” yolu olarak sunuluyor. 
Binlerce şirket iflas etti ve kapılarını kapattı; büyük iflaslardan kaçınmak için burjuvazi, çalışma saatlerini düşürdü. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre, 2020’nin ilk çeyreğinde, 2019’un son çeyreğine kıyasla çalışılan saatlerdeki küresel düşüş, 130 milyon tam zamanlı iş kaybına eşdeğer. İkinci çeyrekte, kaybın 305 milyon  tam zamanlı işe eşdeğer olacağı hesaplandı. Yılın ilk yarısında, ILO bu rakamın 400 milyon olduğunu ve en ciddi kayıpların Latin Amerika’da (%18.3) meydana geldiğini belirtiyor. Bu yılın son çeyreğinde, en iyimser tahminle, dünya genelinde, çalışma saatlerinin yaklaşık %4.9’unun kaybolmaya devam edeceği tahmin ediliyor (140 milyon tam zamanlı iş). En olumsuz durumda (pandeminin olası bir ikinci dalgası), çalışma saatlerinde %11.9’a varan oranlarda bir kayıp olabilir (340 milyon tam zamanlı işe eşdeğer). 
Kadın işçiler, özellikle hizmet sektöründe, krizin etkileri ve salgına karşı savaşın ön cephesinde çalışanların büyük bir kısmını (özellikle sağlık ve sosyal yardım sektörleri) oluşturdukları için en çok etkilenen kesimi oluşturmaktadır. Çalışan kadınlar, çalışma saatlerinin uzamasına ve gelirlerinin azalmasına maruz kalıyorlar. Küresel olarak çalışan kadınların %40’ını oluşturan yaklaşık 510 milyon kadın emekçi, krizden en çok etkilenen sektörlerde çalışmasını sürdürüyor.
Genel olarak, sözde “kayıt dışı çalışma” ile bağlantılı olanlar en çok etkilenenler oldu. Dünyada 2 milyarı aşkın insan (toplam istihdamın %62’si), otellerden, işportacılığa, tarıma, ekonominin hemen tüm sektörlerinde çalışıyor ve bunların 1.6 milyarı salgın nedeniyle uygulanan kısıtlamalardan etkilendi.
Dünyadaki her altı gençten biri salgının başlangıcından bu yana işini kaybetti ve hala çalışanların çalışma saatleri %23 oranında azaldı. Gençler, işlerinin yok olduğunu gördüler. İşgücü piyasasında aktif olan dört gençten üçü “kayıt dışı sektörlerde” çalışıyor ve bu nedenle sosyal korumadan yoksun. Bu dönem gençler için çok zor oldu: işleri yok edildi, eğitimlerine devam etmede engellerle karşılaştılar ve işgücü piyasasına erişimleri engellendi.
Mevcut kriz toplumsal eşitsizlikleri genişletiyor ve derinleştiriyor. Ekonomik büyüme tahminleri iyimser öngörülerle gerçekleşirse, 2020’de aşırı yoksulluk koşullarına 71 milyon insan daha eklenecek; aksi takdirde, 100 milyon kişi aşırı yoksulluğa itilecek ve dünya oranı %9.18’e ulaşacak, bu ise 1998’den bu yana kaydedilen ilk artış olacak. Yoksulluk içinde yaşayan insan sayısı yıl sonuna kadar 353 milyon kişi artacak.
Aşırı yoksulluk ve genel yoksulluktaki artıştan en çok etkilenenler esas olarak en yoksul bağımlı ülkelerdir; yeni yoksulların neredeyse yarısı Güney Asya’da ve üçte birinden fazlası Sahra altı Afrika’da  olacak. Latin Amerika ve Karayipler olumsuz sosyal etkilerden en çok etkilenen bölgedir; aşırı yoksulluk bu yıl 67-83 milyon kişi arasında artacak ve bu artış kırsal alanlardan ziyade kentsel alanlarda daha fazla olacak, ayrıca üretimdeki zorluklar, malzeme fiyatlarındaki düşüşler, ekonomilerindeki sorunlar nedeniyle, bir gıda krizi riski de bulunmaktadır. 
Ekonomik krizin işçiler ve halklar üzerindeki etkileri derin ve kalıcıdır; ekonomik toparlanmanın başlamasından çok sonra da varlığını sürdürecektir. 
Hiç şüphe yok ki, üretici güçlerde meydana gelen ve süren tahribat ve dünya ekonomisinin kendisini içinde bulduğu durumdan kurtarmak için politikalar izlenmesi, işçi sınıfının sömürü düzeyiyle halklar üzerindeki baskının artışı anlamına geliyor. Burjuvazi bir kez daha krizin yükünü ezilenlerin omuzlarına yıktı.
 
KAPİTALİZMİN YAĞMACI KARAKTERİ GÖZLER ÖNÜNE SERİLDİ
Kapitalizmin bu yeni ekonomik krizinin yanında Covid 19 salgınının gelişimi ve burjuvazinin bunların etkisini gidermek için uygulamaya soktuğu önlemler, işçilerin ve halkın yaşadığı sömürü düzeninin çok yönlü biçimde sorgulanmasını teşvik ediyor. 
Diğer birçok unsurun yanında, yıllarca uygulanan neoliberal politikalarının özel sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerinin –kamu sektörü aleyhine– güçlenmesine, esnek çalışma politikalarının uygulanmasına, sosyal programlarının bütçelerinin kesilmesine vb. götürmesi, Covid-19 salgını boyunca yükü en yoksul halkın sırtına vurdu. Enfeksiyon ve ölümlerin yanında, toplumsal sınırlamaların, şirketlerin kapatılmasının ve hükümetlerin büyük işletmelerin sahiplerini kurtarmak üzere aldıkları önlemlerin başlıca kurbanı onlar oldu.
İşçiler, büyük şirketlerin desteklenmesine milyonlar ayrılırken, işsiz milyonlarca insanın sorunlarını gidermek için ayrılan destek primleri ve diğer önlemlerin, bunlara kıyasla, kırıntı niteliğinde kaldığını gördüler. İşçiler, en zenginlerin oluşturduğu %1’lik dilimin zenginliklerin %82’sine sahip olduğu bir dünyada, büyük burjuvazi servetini korusun diye daha düşük ücret alıyor.
Her şeyden çok, tüm dünyanın gördüğü temel bir öge mevcut: hareket halindeki emek gücü olmazsa, fabrikalarda işçiler, tarlalarda köylüler olmazsa üretim olmaz; bu faaliyet olmaksızın toplum zenginlik yaratmaz!
Burjuvazi arasında da, olup bitenin, mevcut düzenlerinin gösterdiği zayıflık ve bugünkü gibi durumların düzenin istikrar ve kalıcılığına karşı risk oluşturduğuna ilişkin kaygı mevcut. Düşünce kuruluşlarında, genel olarak kapitalizmi, işçiler, halk ve doğa açısından daha az vahşi, “daha dostane” kılmak için yenilik ya da reform görünümü veren öneriler hazırlıyor; bazıları geleceğe yönelik olarak “Refah Devleti”nin uyguladığı türden sosyal politikalar kabul etme ihtiyacından bahsediyor; öte yandan diğer bazıları da, hoşnutsuzluk ve kitlelerin mücadelesini bastıracak zor politikalarına olan ihtiyacın sözünü ediyorlar.
Milyonlarca erkek ve kadın açısından ise devletin, burjuvazinin sınıf çıkarlarını korumanın aracı olduğu daha açıkça görülüyor ve bu kesimler toplumun dönüştürülmesi gerektiği bilincini geliştiriyorlar. Ancak, işçi sınıfının bilincinin gelişmesinde atılan bu adımlar, tümü açısından, devrim ve sosyalizm perspektifinin onlarda mevcut durumu aşmak için etkili bir alternatif olarak şekillendiği anlamına gelmiyor. Burjuvazi ve oportünizmin ideolojik etkisi hala işçi ve halk hareketi içerisinde güçlü ve kapitalist kriz döneminde de hala büyük bir ideolojik ve politik kafa karışıklığının etkisi altındalar.  
Benzer bir kriz senaryosu içinde, salgınla birlikte işsizlik ve yoksulluğun işçi ve halklar üzerindeki yıkıcı etkisi ile karşı karşıya olan gençlik, devletler ve patronların politikalarına karşıtlıklarını ve bunları kabul etmediklerini ifade ederek; hemen tüm ülkelerde, değişik ölçülerde, haklarını talep etmek üzere sokaklara döküldü. İşçi sınıfı ve halkların mücadelelerinin bu biçimde ifade oluşu artacaktır ve biz, proleter devrimciler bu mücadeleler içinde yer almak, en doğru ve düzgün yolu göstermek, onun örgütleyicisi ve önderliği rolünü oynamak için çaba göstermeliyiz. Bu çatışmalar, içerik ve amaçlarıyla, kapitalizme karşı, onun yağmacı ve baskıcı doğasına muhalif tepkilerdir; devrim ve sosyalizm amaçlarına ulaştırılmak üzere ilerletilebilirler ve ilerletilmelidirler.
 
KİTLELERİN HOŞNUTSUZLUĞUNU ÖRGÜTLENME VE MÜCADELEYE DÖNÜŞTÜR
Mevcut krizin ortaya çıkardığı yeni senaryo işçi sınıfı, gençlik ve halkların bilinçlerinin, politikleşmelerinin ve örgütlenmelerinin ilerletilmesi için elverişli koşullar yaratıyor. Biz, Marksist-Leninist parti ve örgütler, bu alandaki çalışmamızı geliştirmek, ülkelerimizde gücümüzü artırmak, dünya işçi sınıfı ve halkları arasında Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’nın etki ve örgütlenmesini büyütmek için büyük bir fırsata sahibiz. Bu fırsat, proleter devrimciler açısından, devrime olan ihtiyacı ortaya koymak, partilerimizi büyütüp geliştirmek, devrimci güçlerin birikimi sürecinde ilerlemek için büyük bir inanç ve cesaretle sarılmaları gereken bir davettir.
Bu amaçlar, işçi sınıfı, gençlik ve halklarla ideolojik, siyasi ve örgütsel ilişkilerimizi derinleştirdiğimiz, onların hoşnutsuzluğunu, burjuvazinin krizin yükünü işçilerin ve halkların sırtına vurmak üzere uyguladığı önlem ve politikalara karşı mücadele ve örgütlenmeye dönüştürdüğümüz takdirde gerçekleşebilir. Her ülkede, krize karşı, işçilerin ve halkların çıkarlarına uygun ve kitlelerin mücadele bayrakları haline gelecek, işçilerin ve burjuvazinin çıkarlarının karşıt ve uzlaşmaz olduğunu göstermemize hizmet edecek öneri ve programlar sunmak, sorumluluğumuzdur.
Küresel çapta gerçekleşmekte olan gelişmeler kapitalizmin krizinin doğasına dair Marksist-Leninist ilkeleri doğrularken, aynı zamanda bunların varlığının kendiliğinden proletaryanın toplumsal devriminin patlamasına yetmeyeceğini de doğruluyor. Kapitalizmin tüm sömürü ve baskı biçimlerine karşı mücadele edecek ve bu mücadeleyi işçi sınıfı ve halk iktidarının kurulmasına ulaştırmaya önderlik edecek güçlü kitlesel devrimci bir hareketin, büyük bir işçi ve halk hareketinin var olması zorunludur. Aynı zamanda, kitleler içerisinde yeteri ölçüde gelişmiş ve kök salmış devrimci politik önderliğin varlığı ve eylemi de, onun devrimci süreçte önderlik rolünü tümüyle yerine getirebilmesi için zorunludur. Sermaye sahipleri üzerinde proletaryanın zaferini gerçekleştirmek için bu açıdan birçok adım atılması gerektiği kabul etmeliyiz. Uluslararası Komünist Hareket az sayıda ülkede örgütsel varlığa sahip ve sınırlı bir etkisi var. Bu durum acilen aşılmalıdır.
İktidarın ele geçirilmesi için verilen mücadele, bakış açımızı, dünyadaki gelişmelere, nedenleri ve kimin çıkarlarını ifade ettiğine ilişkin değerlendirmelerimizi olabildiğince geniş biçimde halka duyurmamızı gerektiriyor. Marksist Leninist yaklaşımımızla, mevcut kapitalizmin kalıcılığına ve burjuvazinin bazı kesimlerinin yapılması gerektiğini söylediği “değişikliklere” dair açılan siyasi ve ideolojik tartışmanın etkin katılımcıları olmalıyız. Bazı bölgelerde şimdiden gerçekleştiği gibi, devrim ve sosyalizm perspektifiyle, mücadele ve örgütlenmenin bayrakları olacak kitlelerin acil ve orta vadeli talepleriyle ilgili öneriler sunmak zorundayız.
Sanki dünyanın bugün ve salgın öncesi karşı karşıya olduğu sorunları aşmak anlamına geliyormuş gibi, bir “yeni normal”in gelişine dair pek çok söz ediliyor. Ancak, bu yine, çağını doldurmuş kapitalist rejimin, toplumsal davranışta belirli değişikliklerle işçilerin ve halkların sömürülmesi, kadınların ezilmesi, doğanın tahribi, ırksal ayrımcılık türünden dayanakları üzerine temellendirilerek varsayılıyor. Oysa uluslararası burjuvazi, yeni birikim mekanizmalarını bulmak, diğer bir deyişle, ücretli emek sömürüsünü, artı değer sızdırılmasını daha yüksek düzeylere çıkarmak üzere mevcut koşullardan yararlanmak çabasındadır.
Biz Marksist-Leninistler, toplumun devrimci dönüşümü anlamına gelen yeni bir düzeni, geçmişin inkarıyla başlayan yeni bir toplumun, işçilerin toplumunun doğuşundan yükselen “yeni bir normali” hedefleriz. Sadece sosyalizm o yeni dünyayı kurabilir.
 
Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı Koordinasyon Komitesi (CIPOML)
Ağustos 2020