Teibe Alan
İsviçre’de ve dünyanın dört bir yanında kadınların sesleri çoğu zaman duyulmuyor. İster “Nefes alamıyorum” şeklindeki nefes nefese bir yakarış, isterse “Bana tecavüz etti” şeklindeki dehşet verici bir itiraf olsun, kadınların sesleri ve çığlıkları genellikle duyulmamakta, reddedilmekte, inanılmamakta ya da düpedüz görmezden gelinmektedir. Bu insanlık dışı gerçeklik, kadınları manipülatif, hilekâr ve kurnaz olarak gören köklü toplumsal önyargılardan kaynaklanmaktadır. Bu cinsiyetçi gözlük sayesinde toplum, kadınlara yönelik şüphecilik ve güvensizlik kültürünü sürdürerek onları etkili bir şekilde şeytanlaştırmakta ve yaşadıklarını etkisiz ve geçersiz kılmaktadır.
GÜVENSİZLİĞİN CİNSİYETÇİ YÜZÜ
Tarihsel olarak, kadınlar edebiyatta, medyada, halk arasında ve mitolojide entrikacı ve baştan çıkarıcı olarak tasvir edilmiş, onları doğaları gereği güvenilmez ve dolayısıyla tehlikeli olarak tasvir eden klişeler artırılarak sürdürülmüştür. Yunan mitolojisindeki Kirke’yi düşünün. Kirke, Aeaea adasında yaşamış güçlü bir büyücüdür. En çok Homeros’un destanı Odysseia’da yer alır. Bu hikâyede Odysseus ve adamları Truva Savaşı’ndan eve dönüş yolculukları sırasında Kirke’nin adasına varırlar. Kirke adamlarını evine davet eder ve onlara iksir kattığı yiyecek ve içecekleri ikram eder. Bu iksir onları domuza dönüştürür ve böylece Kirke’nin sözde ‘aldatıcı’ ve ‘manipülatif’ doğasını ortaya çıkarır. Ya da Morgana olarak da bilinen, Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri masallarında öne çıkan bir karakter olan Morgan le Fay, genellikle derin bir büyü bilgisine sahip güçlü bir büyücü olarak tasvir edilir ve karakteri genellikle manipülasyon ve aldatma ile ilişkilendirilir. Morgan bazen Arthur’un üvey kız kardeşi olarak tasvir edilir ve sihirli yeteneklerini ona ve krallığına karşı entrikalar yapmak için kullanır. En ünlü komplolarından biri Arthur’un şövalyesi Sör Lancelot’u baştan çıkarması ve Yuvarlak Masa’nın birliğini zayıflatmak için çeşitli girişimlerde bulunmasıdır.
Kadınların gücü ve kurnazlıklarına dair efsaneler sadece halk arasında anlatılan ve mitolojiden hikâyeler değil, kadınların toplumda nasıl algılandığı üzerinde kalıcı bir etkiye sahip olan hikâyelerdir. Kadınların doğaları gereği entrikacı ve baştan çıkarıcı oldukları fikrini sürekli kılarak, bugüne kadar çeşitli şekillerde devam eden, kadınlara yönelik köklü güvensizlik ve şeytanlaştırmaya katkıda bulunmuşlardır. Bu anlatıların yarattığı seçilmiş tipler, insanlığın toplumsal bilincine sızarak kadınların sözlerinin ve eylemlerinin nasıl algılanması gerektiği konusuna etkide bulunmuştur. Bir kadın cinsel şiddet, aile içi şiddet, işyerinde taciz veya herhangi bir kötü muamele hakkında konuştuğunda, genellikle anında ve orantısız bir inceleme düzeyiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu şüphecilik sadece toplumsal bir gözetim değil; köklü bir kadın düşmanlığının yansımasıdır.
Bu yansımaya göre, bir Kadın’ın tecavüz iddiasında bulunması için, adaletten başka sinsi ve haince motivasyonları olmalıdır. Yani Kadın, kendisine yapılan haksızlığın gerçek anlamda telafi edilmesini istemek yerine, cinsel saldırı iddiasını, dikkat çekmek için kullanan manipülatif bir kişidir. Bu bakış açısı, özellikle de ‘yüksek profilli’ vakalarda, iktidardakilerin yargılarını gölgeleyen ve hikâyeleriyle öne çıkan kadınların sistematik olarak sözüne güvenilmemesine ve şeytanlaştırılmasına yol açan köklü kadın düşmanlığını açıkça göstermektedir.
İTİBARSIZLAŞTIRMANIN SONUÇLARI
Bu yaygın itibarsızlaştırmanın sonuçları yıkıcıdır. Cinsel saldırıyı ihbar eden kadınlar genel olarak şüpheyle karşılanmakta; gerçekler daha değerlendirilmeden güvenilirlikleri sorgulanmaktadır. Nitekim 2021-22 verilerine göre dünya genelinde cinsel saldırıya maruz kalan kadınların çoğunluğu (%92) olayı polise bildirmekten imtina etmiştir. Çoğu zaman, kadınların şikâyetlerinin ciddiye alınması için olağanüstü düzeyde kanıt sunmaları gerekmektedir. Ki böylece hayatları herkesin göz atabileceği bir mecmuaya dönüştürülüyor. Bu durum pek çok kadını adalet aramaktan caydırmakla kalmıyor, aynı zamanda inanılma ihtimalinin zayıf olduğunu bilen failleri de cesaretlendiriyor.
Bir kadının, zorlayıcı kontrol, boğma, fiziksel, finansal ve duygusal istismar vs. ile karakterize edilen şiddet içeren bir evliliği sonlandırmaya çalışırken devletten koruma talep ettiğinde, mağdur yerine fail olarak muamele görme eğilimi, ataerkil kapitalist sistemlerde genel bir eğilim haline gelmektedir. Hele bir de sabıka kaydı bulunuyorsa, mağdur (hayatta kalan kişi), şiddet iddialarını uyduruyormuş ve daha önce suç işlemiş bir kadın olduğu için güvenilmez muamelesi görerek kriminalize edilir. Kadın örgütlerinin, kriminalize edilmiş bir kadın için aile içi şiddeti rapor ettiğinde karşılaştığı güvensizlik, kriminalize edilmiş kadınlara yönelik daha geniş kültürel ve kurumsal önyargıların ve ırkçılığın açık bir tezahürüdür. Bu muamele daha geniş bir meselenin altını çizmektedir: kriminalize edilmiş pek çok kadın, kolluk kuvvetlerinin destek ve anlayış eksikliğinin yanı sıra mağdurun suçlanması ve polisin çoğu zaman mağdura yönelik şiddetin faili olması nedeniyle polisten yardım isteme konusunda isteksiz davranmakta, bu da çoğu zaman istismar içeren ilişkilerini devam ettirmek zorunda kalmalarına neden olmaktadır. Bu durum, kadınların kurnaz ve sinsi olarak görülmesinin (devletin de katkısıyla mümkün olan) devletin tepkisini nasıl doğrudan etkilediğini vurgulamaktadır.
KADINLARIN ŞEYTANLAŞTIRILMASI
Kadınların şeytanlaştırılması çeşitli şekillerde tezahür etmektedir. Bir kadın kendini ortaya koyduğunda, genellikle otoriter veya saldırgan olarak etiketlenirken, aynı davranışı sergileyen bir erkek kendinden emin ve iddialı olarak görülür. Eğer bir kadın kırılganlık ya da duygusallık gösterirse, genellikle zayıf ya da aşırı dramatik olarak değerlendirilir. Bu çifte standart, kadınları toplumsal beklentiler ile kendi özgünlükleri arasında dar bir yolda ilerlemeleri gereken tehlikeli bir konumda tutmaya hizmet etmektedir.
.
KÖKLÜ VE GERÇEK BİR DEĞİŞİM İÇİN MÜCADELE
Toplum, kadınlara bakış ve davranış biçiminde köklü bir değişim geçirmelidir. Bu, eğitim ve farkındalıkla, kadınları uzun süredir kötüleyen klişeleri yıkmakla başlar. Tüm kadınların seslerini (sadece bazı kadınların seslerini değil) önyargısız bir şekilde dinlemeyi ve tüm yaşadıklarına inanmayı içerir. Hiçbir yasal ve kurumsal reform, kadınların iddialarının ciddiye alınmasını ve önyargı, ırkçılık ya da yersiz şüphecilik olmaksızın derinlemesine araştırılmasını sağlayamayacaktır. O kadar uzun süredir bir burjuva reform vaatlerinin yarattığı aldatmaca çarkına takılmış durumdayız ki, burjuva kapitalist hükümetler bizi o kadar sersemletti ve meşgul etti ki, toplumsal cinsiyet eşitliği ve toplumsal cinsiyet reformu adına önerdikleri tüm iyileştirmelerin sadece göstermelik ve sahte bir çabadan ibaret olduğunu göremiyoruz. 14 Haziran kadın grevlerinde haykırılan taleplere yönelik, ataerkil burjuva iktidarların reform vaatleri ve kadınlarda yarattığı beklenti gibi…
Biz kadınlar, çocuklarımızın büyüyeceği gelecekte söz sahibi olmak istiyoruz. Siyaset, iş dünyası, sanat ve bunun da ötesinde her alanda gerçek yaşam deneyimine sahip kadınların seslerinin duyulmasını istiyoruz. Kadınların inandırıcı, yetenekli, güvenilir oldukları ve artık üzerlerine yıkılanlara boyun eğmek istemedikleri fikrini yaygınlaştırmak istiyoruz.
Her canlının hayatının önemli olduğu bir zamana doğru yolculuk uzun ve zorludur ve genellikle bizim gibi düşünenlere sabırlı olmaları, değişimin zaman alacağı söylenir. Ancak şu anki hızıyla devam etmesine tahammülümüz de zamanımız da yok, çünkü biz kadınlar ölüyoruz – Siyahi, yerli, göçmen, engelli ve yoksul emekçi kadınlar ölüyor.