SİNEMA, MÜZİK VE GERÇEK HAYATTA MAFYA DÜZENİ

Nadia Boehlen – İsviçre Uluslararası Af Örgütü’nün sözcüsü ve yazar.

Suç örgütleri denildiğinde aklıma ilk olarak Francis Ford Coppola’nın “Baba”, Martin Scorsese’nin “Sıkı Dostlar ve Casino”, Fernando Meirelles’in “Tanrıkent” ya da Matteo Garrone’nin “Gomorra” filmlerinde işlenen organize suç cinayetleri geliyor. Kaçınılmaz bir şekilde tırmanan gerilim, ardından gelen kör hesaplaşmalar… Acımasız infazlar, giderek artan bir vahşet. Hele de bu şiddet çocukları kapsıyorsa, izlenmesi daha da zor bir hâl alıyor. Gelecek perspektiflerinin ve koruyucu figürlerin eksikliği, çetelerin sunduğu statü vaadiyle suç dünyasına itilen bu çocuklar, aslında kendi idam fermanlarını imzalamış oluyorlar. Böylece sinemadaki anlatılar, onların çöküş hikâyelerine dönüşüyor. Bu filmlerde kadınlar genellikle eş, suçluların ahlaki ikilemlerinin yansıması, bazen gölgelerde kalan zeki bir danışman, bazen ise onlar kadar acımasız karakterler olarak karşımıza çıkıyor. Bunun yanı sıra, kadınlar «fahişe» yaftasıyla ya gösterişli ya da aşağılayıcı bir biçimde betimleniyor. Ancak suç dünyasının zirvesinde daima erkekler var.
“Gangsta rap”, silah ve uyuşturucu pazarlarını kontrol etmekten doğan gücü sahneye taşırken, bir yandan da Ice Cube’un Fuck Tha Police şarkısında olduğu gibi polis şiddetini ve kurumsal çöküşleri eleştirerek, gettoların suçla iç içe geçmesinin sebeplerini gözler önüne seriyor. Uzun yıllar boyunca bu müzik türünde kadınlar, erkeklerin insafına kalmış birer cinsel nesne olarak tasvir edildi. Ancak Lauryn Hill, Queen Latifah, Lil’ Kim ve Missy Elliott gibi isimler, bu erkek egemen sahnede kendilerine yer açmayı başardı. Yeni nesil kadın rapçiler ise, kendilerine yöneltilen cinselleştirmeyi tersine çevirerek sahnenin başrolüne yerleşti. Nicki Minaj, bu dönüşümde önemli bir figür olarak, Roman’s Revenge, Lookin Ass, Chun-Li, Beez in the Trap, Boss Ass Bitch gibi parçalarıyla Megan Thee Stallion ve Cardi B gibi isimlerin önünü açtı.
Rap müziği, popüler kültür ve sinema, çeteleri gerçeklikten kopararak adeta bir cazibe unsuru hâline getirdi. Oysa edebiyat, organize suça dair çok daha gerçekçi tablolar çizer. James McBride’ın Deacon King Kong adlı romanı, çocukluğunu geçirdiği Brooklyn’de uyuşturucu ticaretinin nasıl kök saldığını anlatıyor. Uyuşturucu ithalatının, depolanmasının, taşınmasının ve satışının nasıl organize edildiğini, hiyerarşik yapıları ve polis baskınlarına karşı alınan önlemleri detaylı bir şekilde gözler önüne seriyor. Rekabetin ölümcül olduğu bu dünyada, bir çete diğerinin bölgesine girdiğinde silahlı çatışmalar kaçınılmaz oluyor. Ancak bu roman, mafya bölgelerinde geçen ender hikâyelerden biri olarak, Deems Clemens adlı çocuk karakterine etkileyici bir kurtuluş hikâyesi sunuyor.
Roberto Saviano’nun “Gomorra” adlı eseri ise, Napoli ve Campania bölgesindeki Camorra’nın işleyişini titizlikle inceliyor. Mafyanın hâkimiyetindeki bölgelerde gündelik hayatı, kara para aklama mekanizmalarını ve kadınların bu dünyadaki rollerini gözler önüne seriyor. Örneğin, yıllarca bir çetenin başında yer alan Anna Mazza’dan bahsediyor. Fakat Gomorra’nın en dikkat çekici yönlerinden biri, organize suç ile kapitalizm arasındaki benzerlikleri ortaya koyması. Saviano’ya göre mafya babalarının vizyonu, aşırı radikal bir neoliberalizm ile örtüşüyor. Genel kanının aksine, mafya örgütleri devletin eksik kaldığı noktaları doldurmak yerine, her türlü yasadışı ve yasal sektöre sızarak parazit gibi büyüyor. Devletin altyapı projelerinden çöp yönetimine, emlak sektöründen siyasete kadar her alana yayılarak güçlerini perçinliyorlar. Onların dünyasında kurallar, tamamen kâr odaklı ve rakiplerini alt etmek için her yolun mübah olduğu bir sistem üzerine kurulu. Hapis ya da ölüm, bu dünyanın kaçınılmaz parçaları.
Ancak suç kavramı yalnızca mafya ile sınırlı değil. Devlet de yasal ve yargısal araçlarını kullanarak, görünürde hukuka uygun bir şekilde aktivistleri, gazetecileri veya siyasi muhalifleri baskı altına alabiliyor. Terörle mücadele veya suç örgütleriyle savaş bahanesiyle keyfi suçlamalar yöneltebiliyor. Bu noktada roller tersine dönüyor: İnsan haklarını ve özgürlükleri savunan bireyler kriminalize edilirken, devlet – belirli bir ölçüde – organize bir suç örgütüne dönüşebiliyor.

Kaynak: Le Courrier Gazetesi