Öykü: Birisi çiçeği burnunda mı dedi?

 

 

‟Çiçeği burnunda”diyebir deyim vardır ya söylenirken yüzümüzde hafif bir gülümseme bıraksa da tecrübesiz, acemi, deneyimsiz gibi anlamlarının yanında bende bıraktığı etkisi; susmak zorunda kalma, hakkın ıarayamama gibi yıllar geçse de unutulamayacak olumsuz duyguları çağrıştırır.

Üniversiteden yeni mezun olmuş, ataması çıkmamış ve kararsızlıklar içinde bir yol bulma gayreti ve gelecek kaygısıyla yurtdışındaki alternatifleri değerlendirmiş, dil öğrencisi olarak Almanya’ya gelmiş çiçeği burnunda bir genç kadının ülkesinden uzak, yeni bir yaşamın ve farklı bir kültürün içindeki ilk deneyimlerini acı bir tecrübeyle anlatan hikâyesini kısaca anlatacağım.

Emekli bir anne babanın üç çocuğundan sonuncusu, üniversiteyi kazanmış olması aileyi sevince boğsa da maddi kaygılar bu mutluluğun gölgesi olmuş ama her şeye rağmen dört yıl başka bir şehirde kızlarını okutabilmişlerdi. Mezun olmaya yakın iş bulamama, atanamama gibi düşünceler kafasının içinde bir kâbusa dönüşmüş olsa da umut hep vardı ve kâbusu gerçekleşmesine rağmen başka bir yerden bir kapı açılmış ve Almanya’daki yakın akrabasının desteği üzerine buraya gelmeyi göze almıştı. Bir dil öğrencisi olarak vizesi çıkmıştı çıkmış olmasına ama o bitmeyen para sorunları her zaman sırtındaki yükü olacağının farkındaydı. Emekli bir anne babanın ne kadar maddi bir desteği olabilirdi ki! Yine de birikimlerini kızlarına vermişler, senin geleceğin her şeyden daha kıymetli demişlerdi. Lakin bu yaşta bile anne babaya muhtaç kalmak utanç veriyordu insana. Almanya’ya gelir gelmez dil kursuna başlamış, aradan dört beş ay geçmiş, başta barınma sorunu olmamış olsa da akrabalarının yavaş yavaş mırıldanışlarını duyar gibi oluyor ve ya öyle hissediyor, onlara yük olduğunu ve onların kurulu düzenlerini bozduğunu çaresizlik içinde düşünerek kendini içten içe bitiriyordu. Bu durumun daha nekadar böyle gideceği belirsizdi ve iş arayışları böylece başlamıştı. Tabi ki bu yasal olmayacaktı çünkü verilen vizede çalışma müsaadesi yoktu. Yine de çevresindeki tanıdıklarına sormaya başladı. Sonunda bir taşeron temizlik firmasında kendisine iş bulundu. Çalışacağı yer öyle böyle değil, büyük bir araba firmasının pavilyonunda düzenlenen etkinliklerin öncesi ve sonrası yapılan bir temizlik işiydi. Çalışma müsaadesinin olmaması diğerlerine göre daha az ücret alması, hiç bir söz hakkı olmaması ve hiçbir iş ve işten kaynaklı kaza güvencesi olmaması demekti. Bazı günler gece yarısına kadar çalışılsa bile diğerlerine ödenen ek ücret ona verilmiyordu. Bunların hepsine göz yummak zorundaydı çünkü bu paraya öylesine muhtaçtı ki geri çevirecek bir lüksü yoktu o an. Bütün bunların yanında Almancasının yetersizliği de kabullenmeleri zorunlu hale getiriyordu. Ama pes etmemesi gerektiğinin farkındaydı. Dil kursuna devam edebilmesi biraz da bu işe bağlıydı bağlı olmasına ama yorucu ve geç saatlere kadar olan iş temposu, kursta da temposunu düşürmüş, bazı günler uykusuzluğunu ve yorgunluğunu saklayamaz olmuştu. Verilen ödevleri de yapamadığı günler oluyordu elbette. Böyle bir kaç defa üst üste uykusuz ve ödevler yapılmamış olunca kurs görevlisi nedenini sormuş, o da saflığından mı yoksa yalan söylemeyi becerememesinden mi çalıştığını ağzından kaçırmıştı ve ağzının da payını almıştı.Buraya çalışmaya değil, dil öğrenmeye gelmişti ve yasal olmayan bir şey yapıyor ve yasalara karşı geldiğinden suç işliyordu. Aynen bunları söylemişti Almanca öğretmeni.  Haksız değildi söylediklerinde ama çaresizliğini anlayacak durumda mıydı anlatsa. Alman yasaları ve kuralları mı yoksa insan gibi yaşayabilmek için verilen mücadele mi onun için öncelikliydi. Bu konuşmanın ardından biran önce başka bir kurs arayışına başlanılmış, çünkü insanların niyetlerinin ne kadar ileri gidebileceğini başka anlatımlarda korkuyla dinlemişti. Dil kursu arkadaşlarına böylelikle veda etmiş ve her vedanın içinde bıraktığı üzüntüyü bu sefer kısa bir süreliğine de olsa tanıdığı başka başka ülkelerden gelen ve onun yasadığı zorluklara benzer hayatlar yaşayan bu kişilere karşı duymuştu.

Bu olaydan sonra zaten kırıntıları kalan moralini arada sırada buluştuğu dernek arkadaşları toparlıyor, ona moral veriyorlardı. Çoğui lticacı olarak gelen bu göçmenler dayanışmanın ne denli önemli olduğunun bilincindeydiler. Lafının arasında ‟iyiki onları tanımışım” dedi gülümseyerek. Anılarına geri dönerek bir labirente benzettiği o çıkmazlarını anlatmaya devam etti.

pavilyonda işlere alışmış olmasına rağmen içindeki korkuları, endişeleri devam ediyor, kaçak bir işte çalışmak bir yandan onda ahlak ve vicdan sorgusu yaparken diğer yandan yaşam şartlarının ağırlığı bunu yapmaya onu mecbur bıraktırdığını dile getiriyordu.

“Burada yıllarca yaşayan göçmenleri düşündüm, dil öğrenmeden iş hayatına başlayanları, onların ezilmişliklerini, yok sayılmalarını, haksızlıklara, hakaretlere uğradıklarını ve kimilerinin aşağılandıklarını, alay edildiklerini aklımdan geçirdim; buraya gelmeseydim ve bunları yaşamasaydım hiçbir zaman onların yaşadıklarını hissetmeyecek ve belkide anlatılanlar umurumda olmayacaktı”dedi bir of çekerek. Asıl anlatmak istediği yere doğru geldiğinin farkındaydı hiç yaşanmamış olmasını içinden geçirerek. Hâlbuki yaşanan onca güzel anıları vardı, hepsi birikmişti anlatmayalı. Ama Pandora’nın kutusu bir kere açılmıştı.Bu Prometheus’un ciğerini her gün yiyen kartalın ve her seferinde Prometheus’un ciğerinin tekrar oluşması gibi yani bitmeyen bir işkence ve ya kapanmayan bir yara misali.

Çalıştığı pavilyon daha önce söylediğim gibi büyük bir araba firmasına aitti ve orada lüks son model arabalar sergilendiği gibi bazı günler etkinlikler, toplantılar ve hatta küçük konserler bile yapılıyordu. Bu firmanın üst düzey yöneticilerinin, sayılı zenginlerin ve bürokratların katıldığı bu etkinlikler öncesi titiz temizlikler yapılıyor, temizlenen yerler tabiri caizse bal dök yala misali tekrar kontrol edilip yine temizletiliyordu. Taşeron firmanın şefleri stres yapmakta ve yapılan işi beğenmemekte pek ustalardı. Bu ustalıkları tabiki de başka usulsüzlükler içinde geçerliydi onu da söylemeye gerek kalmadı sanıyorum. Bu işçiler temizlik işi yapmalarına rağmen üniforma giymek zorundaydılar yani siyah pantolon üzerine beyaz gömlek ve etkinlik bitesiye kadar gömleğin üzerine siyah yelek de giyilmesi zorunluydu. Yani işçilerde dış görünüş önemliydi. Erkek çalışanların traşlı ve bakımlı olması gibi kadın çalışanların saçlarının toplu ve yine bakımlı görünmeleri şarttı. Çoğu genç ve orta yaşlı isçilerdi, aralarında birkaç tane de Türk vardı.

Bu pavilyonun sorumlularından müdür ya da o seviyede bir görevi olan orta yaşlı bir şahsı sıkça görmeye başlamıştı. Adam kendisini tanıttıktan sonrai lk önceleri karşılaştıklarında seviyeli davranırken son zamanlarda genç kadına daha samimi davranmaya başlamıştı. Kadın hem mahcup hem de çekingen, nasıl davranacağını bilemez bir durumda bu samimiyete bir anlam veremezken, ne söyleyeceğini bile bilemez bu hal karşısında. Bir iki üç derken adam sarılmalara başlar ve iltifatlar gelir arka arkaya. Ondan hoşlandığını ve onunla beraber olursa hayatının değişeceği gibi vaatler vermeye başlar. Genç kadın bu durumdan rahatsız olduğunu mimikleri ve kaçışlarıyla anlatmaya çalışsa da adamın tacizleri devam eder. Artık taşeron firmanın Türk şefine olayı anlatır anlatmasına lakin kendini anlayabileceğini düşündüğü bu kişitam tersine adamı korumaya çalışır. Onun samimiyeti ve duygularını yanlış anlamış olma ihtimalini falan ve fistan bir laf kalabalığıyla üstünü örtmeye kalkışır. Hem öyle bile olsa kaçırılmayacak bir fırsat olarak gördüğünü yüzsüzce yüzüne konuşur kızcağızın. Büyük bir hayal kırıklığının yanında artık kelimelerin anlamsızlığı ve kirliliği havaya karışmıştır. Kendi kendine bir an düşünmüş, ‟kimi kime şikâyet edeceksin? Elinde bir delil yokken üstelik sana kimse inanmazken ve çalışma müsaadesi olmadığı halde çalıştığın bu işyerinde yaşadıklarını nasıl ve kime anlatabilirsin? Anlatsan bile sonunda neler başına gelecek” diye kendisiyle bir kavgaya girişir. Sadece bedenine taciz edilmemiş, yıllarca savunduğu fikirlerine, prensiplerine ve dokunulmazlıklarına da taciz edilmişti. Tam bir yıkıntının altında kalmış gibi, felç olmuş, haykırmak istese bile sesi boğazına düğümlenmiş, avazı çıktığı gibi bir ağlayabilse sanki çocuk gibi acısı geçecekmiş ve yaşanılanları unutabilecekmiş gibi hissetti.

Genç kadın bu konuşmanın ardından sessizce o günkü işini bitirir, iş elbiselerini oradaki dolapta bırakır ve bir daha o işyerine uğramaz. Taşeron firmanın şefinden ardı ardına gelen telefonlara ve mesajlara cevap vermez. Hakkıyla kazandığı, emeğinin teri parası ödenmediği gibi mesajlardan birinde söyle yazar. ‟Seni şartlarına rağmenişe aldık, bu yaptığın büyük bir nankörlük, bizi zor durumda bıraktığının farkında değilmisin, işçiye en çok ihtiyacımız olduğu bu günlerde senin yaptığın büyük bir terbiyesizlik.İçerde kalan paran ödenmeyecektir”

‟Bu kadar pişkinliğe şaşırsam, yaşadıklarıma için için üzülsem bile azda olsa onları zor durumda bırakmış olmam çocukça bir haylazlık yanında biraz da vicdan yaptı bende”diyerek buruk bir tebessümle yutkunarak bitirdi sözünü. Hâlbuki hiç bitmeyen bir hikâyeydi bu anlattıkları.  O zamanlar çiçeği burnundaki bu genç kadının hiç bir tesellisi olmayan bu acı anılarını ruhundan, düşüncelerinden sokup atamayacağı kesindi.

Almanya’da 2018 ve 2019’daki bir istatistiğe göre kadınların yaklaşık yüzde 13’ü işyerlerinde seksüel tacize uğramışlar. Bu buz dağının sadece görünen ufak bir kısmı. Anlatıl(a)mayan, su yüzüne çıkarılmayan ve ya çıkarılmaması için çok büyük rüşvetler verilen vakaaları da gözönüne alırsak kadınların işyerlerinde yaşadıkları haksızlıklar, taciz ve mobing olayları üstüne gidilmedikçe hasıraltı kalmaya devam edecektir.

Yazan: Deniz Görgülü