İnsanı da aşılamak gerekiyordu

Yaşar ATAN

atanyasar@yahoo.de

Aile içindeki bireyleri birbirlerine düşman yapan  o miras meselesinden söz edeceğim daha sonra.

Çünkü bu meseleden kaynaklanan olayların bazılarını, hiçbir zaman unutamadım. -Ve ne yazık ki bu gerçek, bütün dünya insanları arasında da varlığını hep sürdürmektedir…

Bu gerçekle ilgili olarak burada, ilkin o iki dayımdan biraz söz etmem gerekiyor…

Evet, iki dayım vardı benim… Birini hiç görmedim!.. O dayım, evliliğinin daha ikinci yılındayken, bu dünyadan ayrılmış!

Benim anam babam da, yani hepimiz; Aydın’ın o tarihi kenti Afrodisyas’ın komşusu Karacasu’da oturduk… Ama o ölen dayımın eşi; Aydınlı olduğundan, dayımın ölümünden sonra da hiç Aydın’dan ayrılmadı… Dulluğunu hep orada sürdürdü. Arada sırada; annemi, babamı ve de onların çocukları olan bizleri görebilmek için, Karacasu’ya gelir giderdi … Ben onun bu geliş gidişlerinden birkaçını çok iyi anımsıyorum… Ve bu gelip gidişlerinden birini, daha sonra söz konusu edeceğim!

İkinci dayım, annemin sağ kalan tek erkek kardeşiydi… Ninem; dedem sağ olmadığı için, tek başına yaşıyordu. Oturduğu ev de, gerçekten çok güzeldi ve de ilçemiz Karacasu’yun en güzel yerindeydi. Bu güzel evin geniş bir bahçesi de vardı… O bahçede de, güzel görüntülerini hiç unutamadığım ıhlamur, erik ve elma ağaçları vardı… Kalabalıklardan kaçan bülbül, kırlangıç gibi kuşlar, sık sık o ağaçların konuğu olurlardı…

Ben de zaman zaman, o evde yalnız başına oturan nimemin yanına gider gelirdim. Her gidişimde de, annemin onun için hazırladığı yiyecekleri verirdim ona. Sonra da ben, evin hayatında (bir tarafı açık salonunda) ve o geniş oturma odasında oyalanırdım bir süre…

Oturma odasının penceresinden de, az ötedeki Babadağ’’ın çok değişik ve çok çekici görüntülerini izlerdim… O dağ, gerçekten çok yüksekti. Ve onun doruğu da, her zaman bembeyaz olurdu. Çünkü o kesimdeki karlar, sıcak aylar sürecinde de fazla erimezdi…

Sağ kalan dayım, bütün hafta boyunca, keseriyle yontup oluşturduğu; sonra da üstüne bazı desenler nakışladığı takunyaları, iki yada üç çuvala doldurup eşeğine yüklerdi… Yüklediği bu takunyaları, o dağ kentinin pazarına götürüp orada satardı.

İşte o dağ kentine giderken, ninem ve diğer aile üyeleri ve bazen de ben, hep birlikte onu yolcu ederdik. Yolcu ederken de, sağ salim ve güzel güzel geri dönsün diye, ardından birkaç maşrapa su dökerdik… Sonra da o yüklü eşeğiyle dayım, dağ başındaki o kente doğru, tek başına yola koyulurdu…

Ne var ki dayım, her hafta, o yüklü eşeğiyle dağ yolculuğunu sürdürürken; bir yandan da, yolu üstündeki ahlat ağaçlarından birkaçını aşılarmış… Bilindiği gibi, ahlat meyvesi acıdır, dikenlidir; yenmez! Ama o vahşi ahlat ağacı aşılanınca, çok güzel meyveler veren bir ağaca dönüşürdü. Kısacası,  “ye babam ye” cinsinden meyvelerle donanırdı o ağaç… İşte dayımın aşıladığı o ağaçların meyvelerini de, oralardan  geçen yolcular yerdi…

Ninem ve zaman zaman diğer aile büyükleri; bu olayı sık sık bana ve yakınlarına  anlatırlardı…

Yalnız burada şunu belirtelim ki, bu aşılama işini yapan dayım, bir karşılık beklemiyordu.  O bu aşı işini yapmakla, başkalarına birşeyler verebilme isteğini gerçekleştirmiş oluyordu… Böylece içi rahatlıyor ve başkalarına birşeyler verebilmiş olmanın sevincini yaşıyordu…

Burada şunu da özellikle belirtelim ki, insanoğlu da, yaratılışı gereği; o dikenli ahlat ağaçları gibi hep kötü meyveler üretiyordu… O yüzden onu da, güzel meyveler veren uygar bir insana dönüştürebilmek için; sanatlarla, bilimlerle aşılamak gerekiyordu.

Zaten Yunancada da, “uygar insan“ demek, sözcük sözcüğüne, “aşılanmış insan” anlamına geliyordu!..