Suriye, Ortadoğu’nun kalbinde yer alan bir ülke olarak 61 yıl boyunca Baas rejiminin kontrolünde kaldı. Ancak bu uzun ve çalkantılı dönemin sonunda, rejim İdlib merkezli Hayat Tahrir el-Şam (HTŞ) tarafından 12 günde tarihe gömüldü.
BAAS REJİMİNİN DOĞUŞU (1963)
8 Mart 1963’te gerçekleşen askeri darbe, Suriye’de Baas Partisi’nin iktidarını başlattı. Sosyalizm ve Arap milliyetçiliği temelli ideolojisiyle Baas Partisi, sadece Suriye’nin değil, aynı zamanda Irak’ın da siyasi kaderini değiştirdi. Hafız Esad, 1970’te gerçekleştirdiği bir başka darbeyle partinin liderliğini üstlenerek «Düzeltme Hareketi» adı altında ülkede tek adam yönetimini başlattı. Baas rejimi, ekonomik eşitsizliklere ve otoriter yönetime karşı yerel tepkilere rağmen, sıkı bir güvenlik aygıtı sayesinde ayakta kalmayı başardı. Özellikle Hafız Esad döneminde muhalefete karşı sert yöntemler uygulandı. 1982’de Hama’da Müslüman Kardeşler isyanını kanlı bir şekilde bastıran rejim, bu tavrıyla dünya gündeminde de dikkat çekti.
BEŞAR ESAD DÖNEMİ VE ARAP BAHARI (2000-2011)
Hafız Esad’ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Beşar Esad, «modernleşme» ve reform vaatleriyle yönetime geldi. Ancak bu vaatler, halkın büyük kesimi tarafından hayata geçirilmemiş olarak değerlendirildi. 2011’de Arap Baharı’nın etkisi Suriye’ye de ulaştı. Hükümet karşıtı protestolar kısa sürede ülke çapında bir iç savaşa dönüştü. Bu süreçte rejim, İran ve Rusya gibi dış destekçilerine dayanarak muhalefeti bastırmaya çalıştı. Ancak savaşın yıkıcılığı, Suriye’yi birden fazla silahlı grubun mücadele ettiği bir arenaya çevirdi.
HTŞ’NİN YÜKSELİŞİ VE REJİMİN ÇÖKÜŞÜ
Hayat Tahrir el-Şam (HTŞ), Suriye iç savaşında öne çıkan gruplardan biri olarak dikkat çekti. 2017’de El Kaide bağlantısını reddederek bağımsız bir çizgi benimseyen HTŞ, özellikle İdlib’de kontrolü sağlamlaştırdı. Türkiye’nin de dahil olduğu uluslararası dengeler, HTŞ’yi bölgede güçlü bir aktör haline getirdi. 2024 yılına gelindiğinde rejimin kontrol ettiği topraklar büyük ölçüde küçülmüş, ekonomik kriz ve halk ayaklanmaları rejimin direncini kırmıştı. HTŞ, Suriye’nin kuzeyinden güneye doğru ilerleyerek rejimin kalelerini birer birer ele geçirdi. Kısa süre içerisinde gerçekleşen bu gelişmeler ise arka planın askeri anlamda uzunca bir süreden beridir sağlama alındığını, sahada bulunan güçler arasındaki somut durumun gelişmelere bağlı zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıktığı anlaşılıyor.
STRATEJİ ÇUKURLARLA DOLU
Türkiye, İdlib ve Halep üzerinden başlayıp sonuçlanan bu karmaşık tabloda hem bölgesel hem de uluslararası güçlerle ilişkilerinde boşlukları ve çelişkileri kullanarak etki alanını genişletme rotasını izlemeye çalıştı. Ancak bu politika, Türkiye’yi giderek daha kırılgan bir duruma sokuyor. Türkiye iç politikasında son dönemde Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’a yönelik açıklamaları, Kürt sorununu yeniden gündeme taşıdı. Bu durum, Abdullah Öcalan hamlesinin içeride Kürt siyasetini muhalif eksenden merkeze çekerek bir anayasa değişikliğiyle mevcut iktidarın devamını sağlama, dışarıda ise Kandil ve YPG’ye karşı tehdit olarak kullanılması amaçlarıyla örtüştüğü gerçeğini ortaya koyuyor. Ancak bu tür bir açılımın Rojava ve Kandil üzerindeki etkileri de tartışmaya açıktır. Türkiye, Fırat’ın doğusundaki YPG/YPJ liderliğindeki otonom yönetimi kendi ulusal güvenliği için bir tehdit olarak görmektedir. Buralara yönelik ÖSO/SMO adı altında gerçekleştirilen saldırılar sonucunda meydana gelen çatışmalar, ABD’nin aracılığında şimdilik QSD güçlerinin bu bölgelerden anlaşma üzerine çekilmesiyle durmuş ya da sınırlanmış görünüyor. Şam rejiminin yıkılmasından sonra bile Türkiye’nin Suriye Milli Ordusu (SMO) ile Tel Rıfat ve Minbiç’i ele geçirme çabaları, Erdoğan’ın Türkiye sınırından başlayarak Kamışlo, Haseke ve Rakka’yı da içine alan 30-40 kilometrelik bir tampon bölge oluşturma hedefi doğrultusunda YPG güçlerini güneye doğru iterek zayıflatma gayesiyle saldırılara devam etmesi, Rojava’nın hem askeri hem de siyasi olarak izole edilmesi durumunu da beraber getiriyor.
Türkiye’nin sınırından Kamışlo, Haseke ve Rakka’ya doğru 30-40 kilometrelik tampon bölge oluşturma hamlesine devam edecek gibi görünmektedir. Üzerinde durulması gereken bir diğer nokta ise Amerika ve NATO’nun bu tampon bölge fikrine kısmen olumlu bakıyor oluşudur. ABD ve NATO’nun bu olumlu bakışının tek bir şartı vardır: Türkiye’nin, KDP ile benzer bir dostane ilişkiyi Rojava ile de geliştirmesi. Bu süreç sonunda Erdoğan ile ABD’nin masaya oturacağı ve masaya HTŞ’yi dolaylı olarak kontrol altına almış, SMO’yu tamamen kontrol eden ve Rojava’yı zayıflatmış bir Erdoğan’ın daha güçlü oturacağı aşikardır.
YENİ BİR BÖLGESEL DİZAYN
Rusya, ABD, NATO ve Birleşmiş Milletler ; Şam’da tesis edilen bu yeni yönetim için temel olarak Birleşmiş Milletler’in 2254 sayılı kararına atıfta bulunarak, HTŞ tarafından oluşturulan « takım elbiseli ılımlı cihatçı modeli » geçiş hükümetini desteklemeyi hedefliyor. Bu hükümetin 18 ay içinde seçim yaparak ülkede kamu düzenini tesis etmesi amaçlanıyor. Hatta Erdoğan bile bu yönde bir temenni içerisinde. Ancak bu hususta çekinceleri olan Almanya, İsrail ve ABD, esas olarak IŞİD tehlikesine işaret ederek, bu ılımlı cihatçıların ortaya koyacakları yönetim modelinin şeriata evrilmesi durumunda müdahaleden kaçınmayacaklarını belirtiyor.
HTŞ için bu geçici hükümet deneyimi yeni değil. İdlib’de kurdukları geçici hükümet modeli için daha önce Astana sürecine alternatif olarak bölgede bulunan azınlıklarla, Birleşmiş Milletler garantörlüğünde ve İsviçre gözetiminde başlayan diyaloglarda ilerleme kaydedilememişti. Hatta Birleşmiş Milletler raporlarında, bölgedeki etnik ve dini azınlıkların zorla Müslümanlaştırıldığına dair bulgulara değinilmişti. Bu nedenle HTŞ lideri Colani tarafından son günlerde dile getirilen « seçimlere saygı duyacaklarına » dair açıklamalar, İdlib’de yaşanan tecrübeler ışığında değerlendirilmeli. İsrail’in ise Golan Tepeleri’nden başlayarak yaklaşık 40 kilometrelik bir tampon bölge oluşturduğu işgali ise yaşanan gelişmelerin başka bir yönü. Bölgenin en yüksek noktası olan 2.000 metre yükseklikteki bu stratejik noktanın İsrail tarafından ele geçirilmesi, ilerleyen dönemlerde olası çatışmalarda İsrail’in elini oldukça güçlendirdi. Yine son iki gündür İsrail, Suriye’de sarin gazı, füze ve stratejik silah barındıran depoları uçaklarla vurdu. HTŞ’nin bu saldırılara herhangi bir tepki göstermemesi ve Colani’nin ailesinin Golan Tepeleri’nden geliyor olması, bu ilerleyişin İsrail’den destek aldığının bir başka kanıtı olarak değerlendirilebilir. Nitekim Netanyahu, Golan Tepeleri’ni gezerken HTŞ’nin bu zaferinin, İsrail’in Gazze’de başlayan hamleleriyle kazanıldığını ifade etti.ABD öncülüğünde İsrail’in nihai planının, İran’da da Suriye’deki gibi bir rejim değişikliği ve imha politikası geliştirmek olduğu bilinen bir gerçek.
Zaten cumhurbaşkanlığı suikastı, Kasım Süleymani’nin öldürülmesi, patlatılan çağrı cihazları, 7 Ekim’den bu yana Gazze’de uygulanan soykırım ve Lübnan’da Hizbullah’ın bitirilmesi birlikte değerlendirildiğinde, İran’ın hiç olmadığı kadar zayıfladığı görülüyor. Ancak İran, sadece hava saldırılarıyla yok edilemeyecek kadar güçlü. Golan Tepeleri’nden başlayarak Güney Suriye’de Amerika’nın denetiminde bulunan, hatta Ürdün sınırında İncirlik benzeri büyük bir Amerikan üssü olan bu yaşam alanının, yukarıda Rojava ile birleşmesi an meselesi. HTŞ’nin bu duruma bir itirazı olmaması, stratejik çıkarların ortaklaşması anlamına geliyor.
Sonuç olarak, tıpkı Erdoğan’ın tampon bölge fikri gibi, İsrail de Güney Suriye’den başlayarak Rojava üzerinden İran ile doğrudan komşu olmayı ve ilerleyen dönemlerde kara harekâtlarını bu bölgeden sevk etmeyi planlıyor. Bu hattın tutulması, İran’ın denize açılan ve ambargoları delen başka bir kapısının kapatılması anlamına geliyor. HTŞ’nin ‘alışılmadık’ şekilde şiddetten uzak tavrı ve söylemleri, bu takım elbiseli cihatçıların M5 gibi önemli bir ekonomik güzergâh üzerindeki hâkimiyetlerini ve hâkim emperyalist güçlerin bölgedeki çıkarlarıyla uyumlu bir şekilde ekonomik entegrasyonun bir parçası olma arzusuna işaret ediyor. Ancak yaşanan gelişmelere ve çatışma dinamiklerine bakıldığında bu sürecin tam anlamıyla kontrol edilebilir bir süreç olmayacağı, çatışma ve iç savaş potansiyelinin temellerinin güçlü olduğu ve emperyalist çekişmelerin önemli bir parçası olduğu görülüyor. (Arkadaş)