ENERJİ PAYLAŞIMINDA MINERALLERİN ETKİSİ BÜYÜYOR

MİNERALLER DÜNYA’NIN EKONOMİ VE ENERJİ DENGELERİNİ YENİDEN ŞEKİLLENDİRİYOR

Enerji dönüşümü ve dijitalleşmenin hızlanmasıyla birlikte minerallere olan talep büyük ölçüde artıyor. Bu kaynakların çıkarılması, jeopolitik gerilimlerden çevresel baskılara ve kültürel çatışmalara kadar geniş bir yelpazede etkiler yaratırken, uluslararası güç dengelerini yeniden tanımlıyor. Ancak, bu sürecin en büyük yükünü taşıyanlar, küresel sermayenin talepleri doğrultusunda emekleri sömürülen işçi sınıfı ve doğal yaşam alanları yok edilen yerli halklar oluyor.

KAPİTALİST BİRİKİM VE MADEN TALEBİNDEKİ PATLAMA
Enerji dönüşümü, dijitalleşme ve silahlanma yarışının etkisiyle minerallere olan talep hızla artıyor. Uluslararası Enerji Ajansı’na göre, 2030’a kadar ihtiyaçların üç katına çıkması bekleniyor. Bu da yüzlerce yeni madeni faaliyete geçirmek anlamına geliyor. Neolitik Çağ’dan beri insanlık, madenciliğe dayalı bir ekonomi inşa etti. Ancak 21. yüzyılda enerji krizi ve dijital-teknolojik sanayideki devasa gelişmelerin yarattığı emperyalistler arası rekabetin sonucu olarak madenlere duyulan ihtiyaç katlanarak artıyor.
Carnegie Europe araştırmacısı ve çevresel arabulucu Olivia Lazard, konuya dair şunları söylüyor: “Enerji ve dijital altyapıları inşa etmek için aşırı derecede mineral ve metale ihtiyaç duyuyoruz. Ancak bir yandan yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelsek de fosil yakıt kullanımında hâlâ ciddi bir azalma görmüyoruz.” Bu durum, neoliberal emperyalist kapitalizmin sürdürülebilir bir dönüşüm yerine, mevcut enerji sistemini maden sömürüsü yoluyla yeniden inşa ettiğini gösteriyor.

METALLERİN JEOPOLİTİĞİ: EMPERYALİST GÜÇ MÜCADELESİ
Dijital teknolojiler, silah sanayii ve yenilenebilir enerji altyapıları için kritik mineraller, bugün emperyalist güçler arasında büyük bir mücadele konusu haline gelmiş durumda. Çin, lityum, nadir toprak elementleri, kobalt, bakır ve nikel gibi temel metalleri rafine etme konusunda neredeyse tekel konumunda bulunuyor. Bu durum karşısında AB, kendi sınırları içinde mineral erişimini güvence altına almak için yeni yasal düzenlemeler yaparken, Afrika gibi zengin maden yataklarına sahip bölgeler üzerinde ekonomik ve siyasi nüfuzunu artırmaya çalışıyor.
Afrika kıtası, dünya genelinde kritik minerallerin yaklaşık üçte birine sahip. Ancak buradaki doğal kaynakların işletilmesi, yerel halkların ve işçilerin (genellikle çocuk işçilerin) emek sömürüsüne ve doğanın talanına dayanıyor. Örneğin, Nijerya ve Zambiya gibi ülkeler, hammadde ihracatını sınırlayarak madenlerin yerel olarak işlenmesini teşvik etmeye çalışıyor. Öte yandan, Rusya da madencilik sektöründe etkinliğini artırmayı hedefliyor. Ukrayna’nın dünyadaki kritik mineral rezervlerinin %5’ine sahip olduğu ve bu rezervlerin bir kısmının Rus işgali altındaki bölgelerde olduğu düşünüldüğünde, bölgedeki çatışmaların sadece siyasi değil, ekonomik ve madencilik kaynaklı olduğunu anlamak mümkün. Olivia Lazard’a göre, Ukrayna yalnızca maden kaynakları açısından değil, aynı zamanda verimli toprakları, su kaynakları ve yaşanabilir alanlarıyla da büyük önem taşıyor. Bu noktada madencilik sektöründeki rekabet, emperyalist güçler arasında sertleşen bir mücadeleyi daha da derinleştiriyor.

MADEN ÇIKARMA VE EMEK SÖMÜRÜSÜ
Yeni maden arayışı, çoğu zaman insan hakları ihlalleriyle birlikte gündeme geliyor. İsveç’in kuzeyinde yer alan Kiruna’da, Avrupa’nın en büyük nadir toprak elementi yataklarından biri keşfedildi. Ancak burada yaşayan Sami halkı, madenciliğin geleneksel ren geyiği yetiştiriciliğini ve kültürlerini yok edeceğinden endişeli. Sami halkının karşı karşıya kaldığı durum, kapitalist madenciliğin sadece doğayı değil, kültürel ve ekonomik yaşam biçimlerini de yok ettiğini gösteriyor.
Bu tür örnekler sadece Avrupa ile sınırlı değil. Latin Amerika, Afrika ve Asya’da madencilik sektöründe çalışan işçiler, düşük ücretlerle ve güvencesiz çalışma koşulları altında, vahşi bir emek sömürüsü altında yaşam mücadelesi veriyorlar. Aynı zamanda, sendikalaşma çabaları baskıyla karşılanıyor, çevreyi koruma talep eden topluluklar kriminalize ediliyor. Büyük şirketler, daha fazla kâr elde etmek için maden bölgelerinde düşük maliyetli üretim sağlarken, yerel halklar yoksulluk içinde yaşamaya devam ediyor.

SÜRDÜRÜLEBİLİR ÇÖZÜM: GERİ DÖNÜŞÜM VE ALTERNATİFLER
Olivia Lazard’a göre, madene duyulan ihtiyaç geri dönüşüm yoluyla kısmen azaltılabilir. Avrupa, ABD ve Çin, geri dönüşüme yatırım yaparak yeni maden açma ihtiyacını düşürmeyi hedefliyor. Uluslararası Enerji Ajansı’nın verilerine göre, 2050’ye kadar geri dönüştürülen bakır miktarı, yeni madencilik faaliyetlerini %40 oranında azaltabilir. Ancak, mevcut madencilik sisteminin sunduğu kârlılıktan vazgeçmeyen büyük şirketler nedeniyle geri dönüşüm yeterince teşvik edilmiyor.
Bunun yanı sıra, eski maden sahalarının yeniden değerlendirilmesi (kentsel madencilik) ve bitkilerin topraktaki metalleri emerek geri kazanmasını sağlayan fitomadencilik gibi yenilikçi çözümler geliştiriliyor. Ayrıca, nadir toprak elementlerine bağımlılığı azaltan teknolojiler de gündeme geliyor. Örneğin, nadir toprak elementleri içermeyen mıknatıslar, bu kritik malzemelere olan talebi düşürmeyi hedefliyor.

YENİ BİR EKONOMİK MODELİN GEREKLİLİĞİ
İklim değişikliğiyle mücadele için enerji dönüşümü kaçınılmaz olsa da, mevcut kapitalist sistem içinde bu dönüşüm yeni sömürü biçimleri yaratıyor. Olivia Lazard’a göre, toplumların bu süreci yalnızca enerji kaynaklarını değiştirmek olarak görmesi yeterli değil; aynı zamanda ekonomik sistemin temel yapılarını da yeniden düşünmesi gerekiyor.
“Mevcut sistem kömür, demir ve çelik üzerine kurulu bir ekonomik modelden geliyor. Ancak bugün, yenilenebilir enerjiye geçişle birlikte, güvenli ve sürdürülebilir bir ekonomik yapı inşa etmemiz gerekiyor,” diyor Lazard. Ancak bu dönüşümün, işçi sınıfı ve yerel halkların haklarını gözeten, ekolojik dengeyi koruyan bir modelle gerçekleşmesi kritik önem taşıyor. Aksi takdirde, fosil yakıtların yerini yeni bir madencilik sömürüsü alarak, emekçilerin ve doğanın üzerindeki baskıyı artırmaya devam edecektir.