ALTIN VE HAMMADE TİCARETİNİN BİLİNMEYENLERİ

Metin Alan

Hammadde ticareti, İsviçre kapitalizminin merkezî faaliyetlerinden biridir ve transit ticaretten elde edilen kârların büyük bir kısmını oluşturur. Bu kârlar, 2022 yılında toplam finans sektörünün gelirlerini aşmış ve İsviçre GSYİH’sinin %10’undan fazlasını oluşturmuştur. Altın, İsviçre’ye doğrudan ithal edilen nadir hammaddelerden biridir (rafinaj (arıtma), saatçilik/kuyumculuk veya depolama amaçlı); diğer hemen tüm hammaddeler ise zaten İsviçre üzerinden alınıp satılır.
Dünya genelinde, altının %49’u saat ve mücevher sektörü tarafından, %29’u yatırım amaçlı, %15’i merkez bankalarının rezervleri için ve %7’si elektronik teknolojilerde kullanılır.
2023 yılında İsviçre, 91 milyar frank değerinde 2372 ton altın ithal ederken, 88 milyar frank değerinde 1564 ton altın ihraç etti. Ancak içeriğinde altın bulunan saat ve mücevherlerin ihracı altın ihracı olarak sayılmadığından, gerçek ihracat hacmi çok daha yüksektir. Bu, İsviçre’nin toplam ithalatının %28’ine ve toplam ihracatının %24’üne denk geliyor. Aynı yıl, altının kilogram başına ithalat fiyatı ortalama 38.460 frank, ihracat fiyatı ise 56.217 franktı; yani rafinaj sonrası önemli bir değer artışı gerçekleşmişti.
Dünya genelinde üretilen altının %60 ila %70’i İsviçre’de rafine ediliyor; zira dünyanın en büyük yedi altın rafinerisinden dördü (Valcambi, MKS Pamp, Argor-Heraeus ve Metalor) İsviçre’dedir. 2023 yılında dünyada 3250 ton altın üretildiğine göre, İsviçreli tüccarlar – esas olarak rafineriler – bu üretimin %73’ünü işlemiş demektir. İsviçre, Birleşik Krallık ve Kuzey İrlanda altın ithalatı ve rafinajında başı çekerken, İsviçre aynı zamanda dünyanın en büyük altın ihracatçısıdır. Yani, altın üzerinden dönen kâr zincirinin her halkasında İsviçre yer almakta, yalnızca ticaretin değil, rantın da merkezinde bulunmaktadır. Kısacası, çevredeki ülkelerin doğasından, emeğinden ve toplumsal yapısından çekilip alınan değer, ülke merkezinde “arındırılmakta” ve yeniden pazarlanabilir bir sermaye biçimine dönüştürülmektedir.

TAMAMEN SPEKÜLATİF BİR PAZAR
Mart 2005 sonunda bir ons altın (31,105 gram rafine altın) 425 Amerikan doları (USD) idi. Yirmi yıl sonra, Mart 2025’te ise 3020 USD seviyesine ulaştı, bu da %611’lik bir artış anlamına gelirken aynı dönemde dolar %63 oranında enflasyona uğradı. Bu, hisse senedi yatırımlarından çok daha yüksek bir kâr anlamına geliyor: Örneğin Pictet reel değer endeksine göre 2005–2024 arasında hisse senetlerinde yalnızca %147’lik bir kazanç görülmüştür.
Bu olağanüstü kârlılık, tekelci burjuvazinin neden altını sürekli bir spekülasyon nesnesine çevirdiğini açıklar. İsviçre’de, altın içeren birçok metalin Katma Değer Vergisi’nden (KDV) muaf tutulması ve altın ticaretinin ABD’nin Trump döneminde getirdiği vergi düzenlemelerinden etkilenmemesi, bu kârlılığı daha da artırmıştır.
Spekülatif yükselişin arkasında sadece ekonomik hesaplar değil, jeopolitik belirsizlikler, hegemonik güç kaymaları ve uluslararası düzeydeki istikrarsızlıklar da yer almaktadır. Altın, doların hegemonik pozisyonunun sarsıldığı, krizlerin derinleştiği dönemlerde «güvenli liman» olarak görülür. Bu nedenle 2025’in sadece ilk iki ayında, ABD’nin İsviçre’den ithal ettiği altın miktarı 28 milyar frankı bulmuş, bu rakam bir önceki yılın aynı dönemindeki 505 milyon franklık ithalatın yaklaşık 55 katına çıkmıştır. Bu durum, kapitalist merkezlerdeki korku, panik ve kriz reflekslerinin ne kadar güçlü olduğunu da gözler önüne seriyor.
Ancak bu yükselişin toplumsal bir bedeli vardır. Altının değer kazanması demek, çevredeki ülkelerde artan madencilik faaliyetleri, daha fazla emek sömürüsü, daha yoğun çevre tahribatı ve daha fazla sosyal yıkım anlamına gelir. Kâr, merkezde spekülatif kazanca dönüşürken; bedel, çevredeki halkların kanı, teri pahasına ve doğasının yok edilmesiyle ödenir.

GÖRMEZDEN GELİNİYOR
Ocak 2024’te Le Temps gazetesi “İsviçre çok fazla altın ithal ediyor ama gerçekten nereden geldiğini bilmiyor” başlıklı bir haber yayımladı ve “Altının nereden çıkarıldığı ve hangi koşullarda üretildiği bilinmiyor” diye ekledi.
Bu ifade gerçeği yansıtmıyor. Çünkü bir yandan, altın tüccarları kaynak ülkeleri çok iyi bilebilirler ama bunu bilmemeyi tercih ederler; zira hammadde ticaretine ilişkin mevzuat, onlara bunu bilmemeyi mümkün kılacak sis perdesi sağlar. Diğer yandan, bu sözde cehaletlerine İsviçre sendikalarının kayıtsızlığı da destek oluyor. Sendikalar, İsviçre kapitalizminin sömürdüğü sınır ötesi çalışanlarını savunmak için hiçbir şey yapmıyor, bu da buralardaki yerleşik kapitalistlere oralarda neredeyse köle tüccarı gibi davranma serbestisi sağlıyor.
Ancak, Public Eye, Alliance Sud, Swissaid, Tehdit Altındaki Halklar Derneği (Gesellschaft für bedrohte Völker) gibi örgütler bu sendikal kayıtsızlığı bir nebze olsun dengelemeye çalışmaktadır – zira sendikalar sınıf işbirliğiyle, iş barışıyla fazlasıyla uyum içindeler (burjuvaziye doğrudan saldırmamak, yetkilileri rahatsız etmemek).
İsviçre’ye ithal edilen altının %70’i daha önce başka bir ülkede ön rafinajdan geçirilmiştir. Bu da izleri bulanıklaştırıyor: Yasalar öyle düzenlenmiştir ki, altının rafine edildiği ülke, “altının menşe ülkesi” sayılıyor. Federal Gümrük Dairesi bu durumu utanmadan şöyle yazar: “Çıkarıldığı ülkenin tespiti mümkün değildir.” Bu da şu anlama geliyor: İsviçreli alıcıların (çoğu zaman aracı kurumlar üzerinden) çıkarıldığı ülkelerde yol açtığı insanlık dışı çalışma ilişkilerini, sosyal hak ihlallerini, baskıları, çevre yıkımını takip etmek mümkün değildir.
Eskiden paralı askerlik (tarih kitaplarında övgüyle yazdıkları), sonra Nazi rejimiyle işbirliği ve Güney Afrika’daki ırkçı apartheid rejimiyle ortaklıkları, ardından burada sayamayacağımız kadar çok diktatörlükle kurulan bağlar ve destekçilik… Şimdi ise 21. yüzyılda İsviçre’nin tekelci burjuvazisi, aynı yöntemlerle bu kez altın ve diğer madenler üzerinden devam ediyor.

HUKUKİ DÜZENLEME
İsviçre’nin altın ticaretine dair hukuki düzenlemeleri, yalnızca ekonomik rantı maksimize etmekle kalmaz, aynı zamanda kapitalist sömürünün görünür kılınmasını engellemek için de tasarlanmıştır. Bu, kapitalizmin ahlaki ve etik dışı yüzünü gizlemek adına kullanılan bir “bilinçli cehalet” stratejisidir.
Birçok uluslararası düzenleme, şirketlerin faaliyetlerini belirli bir etik çerçeveye sokmaya çalışsa da, İsviçre bu düzenlemeleri sadece şekli olarak benimsemekte ve asıl sorumluluklardan kaçmaktadır. Uluslararası düzeyde, OECD’nin çok uluslu şirketler için belirlediği prensipler, Birleşmiş Milletler’in iş dünyası ve insan hakları üzerine getirdiği kurallar, Avrupa Birliği’nin 2017 tarihli 821 sayılı Regülasyonu ve Minamata Konvansiyonu gibi pek çok hukuk normu bulunmasına rağmen, bu kurallar İsviçreli altın tüccarlarının faaliyetleri üzerinde kayda değer bir etkide bulunmamaktadır.
Örneğin, İsviçre’deki altın rafineleri, satılan altının kaynağını belirleme yükümlülüğüne sahip değildir. Yani, altının hangi koşullarda üretildiği, hangi ülkenin iş gücü ve doğal kaynaklarının sömürüldüğü, çevresel tahribatların ne seviyede olduğu sorgulanmaz. İsviçre’nin altın ticaretine dair hukuki çerçevesi, yalnızca hırsızlık ve yasadışı kaynaklardan gelen altını engellemeye yöneliktir; oysa üretim süreçlerinin işçi hakları, çevresel zararlar ve yerel halk üzerindeki etkileri tamamen göz ardı edilmektedir.
Bu noktada, İsviçre devletinin attığı adımlar, sanki ticaretin insan hakları ve çevresel sorumluluklar açısından bir etkisi yokmuş gibi bir tavır sergilemektedir. 2015’te İsviçre hükümeti, “altın ticareti ve insan hakları” konulu bir rapor yayınlayarak, sektördeki hak ihlallerine ve kötü çalışma koşullarına dikkat çekmiş, fakat raporun sonunda bu sorunların çözülmesi adına somut bir adım atılmadığı gibi, yalnızca birkaç rafinerinin “riskli kaynaklardan” kaçınması gerektiği ifade edilmiştir. Ancak bunlar, gerçek anlamda bir değişim için çok yetersiz ve geçici önlemler olarak kalmıştır.
Hükümet, rafinelerin yalnızca altının çalınmadığını ve yasadışı bir kaynaktan gelmediğini denetlemekle yükümlü olduğunu söylese de, üretim süreçlerinin her aşamasındaki sömürü, insan hakları ihlalleri ve çevre tahribatı gibi ciddi sorunlar göz ardı edilmekte, bu meselelerin uluslararası toplum tarafından dile getirilmesi engellenmektedir.
İsviçre hükümetinin sözde “etik ticaret” konusundaki açıklamaları ise sadece boş bir söylem olmaktan öteye gitmemektedir. Yılda birkaç rapor yayınlamak, tartışmaları kamuoyunda sürdürmek ve görünüşte bazı iyileştirmeler vaat etmek, kapitalist düzenin sömürücü doğasını değiştirmemekte, sadece var olan yapıyı sürdürülebilir kılmaya çalışmaktadır.

GEÇMİŞİN MİRASI SÜRÜYOR
İsviçre’nin altın ticareti üzerindeki hakimiyeti, bu ülkenin uzun geçmişine dayanan sömürgeci bir pratiğin günümüz kapitalizmine yansımasıdır. 20. yüzyılın başından itibaren, İsviçre’nin finans sektörünün uluslararası ölçekteki egemenliği, sadece yerel sermaye birikimi değil, aynı zamanda uluslararası sömürünün ve kapitalist hiyerarşilerin de bir sonucudur. Bugün İsviçre’nin rafinerileri (Zürih, Cenevre ve Ticino), çevre ülkelerden toplanan kaynakları, üretim değerini artırarak yeniden satmakta, bu süreçte ise yerel halkın emek sömürüsü ve çevresel felakete dair hiçbir sorumluluk üstlenmemektedir.
İsviçre devletinin ve ticaret hukukunun sergilediği bu “cehalet stratejisi”, yalnızca kâr peşinde koşan sermaye sahiplerinin işine yaramıyor, aynı zamanda bu karmaşık, çokuluslu ve spekülatif yapı içerisinde işçi hakları, çevresel tahribatlar ve adaletsizliklere karşı çıkan her türlü eleştiriyi de bastırıyor. Bu durum, İsviçre’nin tarihsel olarak bağdaştırdığı “tarafsızlık” ve “istikrar” imajıyla çelişen bir gerçeklik yaratmaktadır. Bugün, 21. yüzyılda kapitalist İsviçre’nin uluslararası altın ticaretindeki rolü, yalnızca teknik bir ticari faaliyet değil, doğrudan emperyalist yağma düzeninin bir parçasıdır. Bu da geçmişteki sömürgeci işbirlikçiliğinden hiçbir şekilde geri adım atmadığının somut kanıtıdır.