GÖÇ POLİTİKASI: KRİZ Mİ? HAYIR, SAVAŞ!

Anne-Catherine Menétrey-Savary Eski Federal Konsey Üyesi

Yıllardır sığınmacıların ve kâğıtsız göçmenlerin kaderini yetkililerle müzakere eden aktivistler şimdi geri çekiliyor: kabul masaları kapalı ve hem fiziksel hem de bilgisayar destekli örülen duvarlarla karşı karşıyalar. Sınırlar, her savaşta olduğu gibi, çok uluslu silah şirketleri tarafından sağlanan en son teknolojiyle donatılmış, korkunç bir orduya dönüşme sürecinde olan Frontex Ajansının sınır ve sahil muhafızlarının amansız gözetimi altındaki kaleler haline geldi. AB yetkililerinin “göçmen akınına” son verme kararlılığıyla donattıkları bu muhafızlar, tüm ordularda olduğu gibi, suçlarını katlayarak arttırmaya devam ediyorlar. Özellikle de kıyıya yaklaşan tekneleri batma riskini göze alarak açık denize geri itmek ya da açık denizde tespit edilen teknelerin koordinatlarını, bu kaçak göçmenleri askeri zor kullanarak korkunç hapishanelerine geri götürmek için acele edeceklerini bile bile, Libya sahil güvenliğine vermek anlamına gelen “geri itme” nedeniyle bir dizi yasal işlem yürütülmektedir.
AB’nin, İsviçre de dahil olmak üzere Schengen bölgesine üye ülkeler arasında dayanışmayı yeniden tesis etmesi ve dış sınırlarda düzeni sağlaması beklenen bir “Göç Paktı”nı nihayet sonuçlandırdığı için kendi kendine kutlamalar yaptığı bir dönemde, hiçbir şey plana uygun gitmiyor. Hükümetler paniğe kapıldı ve sınır dışı etme, duvar inşa etme ve hatta silahlı kuvvetlere sınıra yaklaşmaya çalışan herkese karşı gerçek mermilerle ateş açma hakkı da dahil olmak üzere bir dizi önlemi uygulamaya koydu. Onların ardından AB’nin güçlü, sağcı kadınları Ursula von der Leyen ve Giorgia Meloni ortak bulmaya koyuldular: Türkiye, Tunus, Mısır, Moritanya ve Lübnan’dan sonra, hükümet başkanları birkaç yüz milyon Euro karşılığında tek bir göçmenin bile Avrupa’ya gitmesine izin vermeyeceklerini taahhüt ettiler. Bu taahhütler suç (insanlık suçu) teşkil etmektedir. Tunus’ta Kuzey’e yelken açmaları engellenen sürgün adayları Güney’e sınır dışı ediliyor ve çölün ortasında ölüme gönderiliyor. Mısır ise Sudanlı mültecileri kabul etmemekle kalmıyor, onları sistematik bir şekilde savaş bölgesinin ortasındaki kendi ülkelerine sınır dışı ediyor. Sözde “Avrupa değerlerine ve uluslararası hukuka bağlı” olan “Göç Paktı”, insanlığa karşı işlenen suçlara ortak olan Avrupalı liderlerin samimiyetsizliğini gizlemekten başka bir işe yaramıyor.
Bu politikadan duyulan tiksintinin ötesinde, ileriye dönük başka yollar hayal etmemize yardımcı olacak bir dizi soru ortaya çıkmıştır. Avrupa Komisyonu Başkanı tarafından müttefiklerine sağlanan milyarlara ek olarak, Arnavutluk ve Ruanda ile yapılan dış kaynak kullanımı düzenlemeleri bir servete mal oluyor.
İngiltere için, sadece dört göçmenin (bu göçmenler gönüllülerdi) Kigali’ye transferi 2.1 milyar dolarlık bir masraf anlamına geliyordu! Bu parayla göçmenlerin kabul prosedürlerinin iyileştirilmesi, başvuru sahiplerinin kapalı merkezler dışında barındırılması, eğitim ve entegrasyonlarının sağlanması mümkün olabilirdi. Tersine, Avrupa ve zengin ülkeler Güney’in kaynaklarını kendi çıkarları için sömürürken, göçün nedeni parasızlıktır. Örneğin Senegalliler, Çinli ya da Avrupalı balıkçı teknelerine balıkçılık imtiyazları verilmemiş olsaydı evlerinde kalırlardı. Aynı şey Nijeryalılar için de geçerli, eğer Fransa’ya ihraç ettikleri uranyum onlara değerinin %12’sinden fazlasını kazandırsaydı. Göçmenlerin ele geçirmek istedikleri zengin ülkelerin zenginliği değil. Daha ziyade, kendilerinden çalınanları sembolik olarak da olsa geri alma arayışı içinde olmalarıdır.
Ülkelerimizdeki insanların bu ‘istila’ karşısında dehşete düşmesi ve ‘büyük değişim’ tehdidini gündeme getirmesi çok saçma. Bu terim, Amerika’nın Kolomb öncesi yerli halklarının çektikleri ve sömürgeleştirilenler için daha uygun olurdu.
Bugün göç politikasıyla ilgili sorun yabancı düşmanlığı, demografik sınırlar ya da aşırı yüklenmiş altyapılar değildir. Adaletsizliğin ve savaşın nedenleri olan kapitalizm ve yeni sömürgeciliktir. Göçmenlerden nefret etmek insanların tercihi değildir. Bunu yapmaları için birilerinin onları düşman olarak göstermesi gerekir. Ukraynalılar için yaptığımız gibi kapsayıcı bir politika benimseyebilecekken, izole edilmiş kabul merkezlerine veya gözaltı merkezlerine sürüldüklerinde olan budur.
Rivayete göre 1970’lerde, hangi İngiliz kasabasında olduğunu bilmediğim bir psikiyatri hastanesindeki doktorlar, ‘delileri’ kilit altında tutmaya son verme ve serbestçe girip çıkmalarına izin verme kararlarını kamuoyuna duyururlar. Halkın öfkeli protesto selinin geçmesine izin verdikten sonra, sessizce bu uygulamanın zaten bir yıldan fazla bir süredir yürürlükte olduğunu ve kimsenin fark etmediğini açıkladılar. İsviçre halkından reddedilen biyoçeşitlilik girişimi lehine oy kullanmalarının istendiği bir dönemde, bunun aynı zamanda tüm özellikleriyle insan türünü de ilgilendirdiğini hatırlamak iyi bir fikir olacaktır. Kimlik temelli ideolojilerin taraftarlarının bunu hatırlaması iyi olacaktır.

Kaynak: https://lecourrier.ch
Çeviri: Metin Alan