Ergün ÖZALP
İzmir Büyüşehir Belediyesi’nin düzenlediği ‘’İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi’’, 15-21 Mart tarihleri arasında gerçekleşti. ‘Millet İttifakı’ muhalefet partileri liderlerinin de katıldığı şov amaçlı Kongre’de, S.Süreyya Önder ‘Sadakat’ başlıklı oturumda davetli konuşmacıydı. S. Süreyya Önder’in, Ermeni ve Kürt halkına yönelik, kıyımlara dair söyledikleri; medyada tepkilere yolaçtı.
S.Süreyya Önder, ‘sadakat’ kavramını değişik açılardan yorumlayarak resmi tarihe atıfta bulundu. Ermeni halkının, kıyım,katliam ve tehcire uğradığını,1915’e kadar ‘millet-i Sadıka’(sadık millet) olarak görüldüğünü, bu kavramsallaştırmayla kitlelerin bilinçaltına ‘sadakatı terkedenlerin başına gelenleri hakkettiği’ mesajının verildiğini söyledi. Ayrıca Atatürk’ün ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ lafını, ilk olarak İzmir İktisat Kongresi döneminde söylediğini, bunun ‘savaş yapmayacağız’ anlamına gelmediğini, daha önce misak-ı milli içinde görülen Musul ve Ortadoğu’daki haklardan vazgeçileceği ve ‘yeni kurulan cumhuriyet olarak, biz kendi yağımızla kavrulacağız,sizin Ortadoğu’daki hesaplarınızla ilgili değiliz’ mesajının, İngilizlere ve batılılara verildiğini, bunun karşılığında batıdan 100 yıllık avans alındığını, avansın Kürtleri ötekileştirmek için 100 yıldır kullanıldığını ve bugünlere gelindiğini vurguladı. S.S.Önder, konuşmasının son bölümünde de; ‘Otoritenin ve hiyerarşinin sadakata, sadakatında sınırlara ihtiyaç duyduğunu, sınırlar çizdiğini; çizilebiliyorsa ,o halde bu sınırların silinebileceğini’ belirtti. Bu yıl Lozan Antlaşması’nın da 100. yıldönümü. Bu konuda yandaş medyanın, ‘’Lozan’ın süresi dolduğu için, emperyalistlerin eski defterleri yeniden açacağı, yeni haritalar çizeceği ’’ vb. manipülatif-demogojileri bir tarafa bırakılırsa; 1923 Kongre’sinin sonuçları, 1929 sonrasında izlenen ekonomi politikalar, nesnel olarak irdelendiğinde, S.S.Önder’in, kendine özgü mizahi tarzıyla yaptığı sunumun, dönemin tarihsel gerçeğiyle uyumlu olduğu görülecektir. Çünkü 1. Dünya savaşı sırasında ve sonrasında, Türk-Müslüman burjuvazi yaratmak için koşullar daha uygun hale gelmişti. Sovyetler Birliği’nden yardım alınmasına karşın ,sosyalist yolun izlenmeyeceği kapitalist yolun tercih edileceği mesajı, Mustafa Suphi ve 15 yoldaşının katledilmesiyle batıya verilmişti. Öncesinde, 1915 soykırımıyla ermeni mal ve mülkleri türk-müslüman burjuvaziye ve İttihat-Terakki’nin önder kadrosuna savaş ganimeti olarak devredilmişti. Lozan Antlaşması sonrasında, Yunanistan ile yapılan ‘mübadele’ sonucu, rumların Türkiye’de bıraktığı malların da yağmasıyla Türk-Müslüman ticaret burjuvazisi, iyice palazlanmıştı. Bu şekilde, batı ile kapitalist-ticari ilişkilerin sürdürülmesindeki aracılık rolü, hristiyan azınlıklardan alınarak yeni yetme burjuvalara ihale edildi.
Türkiye’nin ilk Ekonomi Kongresi, 17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihleri arasında, Lozan’daki görüşmelerinin 1.Turunun tıkanmasının ardından gerçekleşmişti. Bu tarihler, yunan ordularının yenildiği, İzmir’in kurtarıldığı, Mudanya Mütarekesi’nin sonrasına denk düşüyordu. Kongreye katılan delege bileşimi, savaştan yeni çıkmış subaylar, bürokratik kesimler, hıristiyan mülklerine çöreklenerek palazlanmış yeni müslüman burjuvalar ve derebeylerinden oluşuyordu. Ne trajik rastlantıdır ki, bu Kongre’nin yapıldığı bina da, tıpkı Erzurum Kongresi’nin toplandığı Sansaryan Ermeni Mektebi gibi, ermeni mülküydü ve savaş ganimeti olarak el konulmuştu. İzmir’de günümüzde otopark olarak kullanılan bina – Gündüz Ökçün’ün saptamasıyla – ermeni tüccar Aram Hamparsumyan’ın mağazasıydı.İktisat Kongresi sonuç bildirgesi, Türkiye’de yeni yaratılacak burjuvaziyi, yönetici sınıfları , ‘’çiçeği burnunda Ankara Hükümeti’’nin emperyalistlerle geliştirdiği ilişkileri ve kapitalist yoldan gidileceğini özetliyordu.Mustafa Kemal, Kongre’nin açılışında yaptığı konuşmada, yabancı sermayeye ihtiyaç duyulduğunu belirterek; ”Kanunlarımıza riayet şartiyle ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeğe her zaman hazırız’’ diyordu.
‘Milli iktisat’ politikası izlenerek, ‘ekonominin türkleştirilmesi’, milli burjuva yaratma düşüncesi yeni değildi. İttihat ve Terakki Partisi’nin, 1908’deki iktidara geldikten sonra izlediği temel bir politikaydı. Bu politika, sonraki dönemde ulus-devleti inşa eden İttihat Terakki üyesi diğer kemalist kadrolar tarafından devralınarak, titizlikle sürdürüldü.1908 sonrasında İttihat –Terakki yönetimi, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura vb. Türkçü- milliyetçiler tarafından dillendirilen yerli müslüman- türk burjuvazisi yaratma hedefine odaklanmıştı. Müslümanların yararına yasal düzenlemeler, reformlar yapılmıştı. Ticari işlemlerde hıristiyan burjuvaziye türkçe kullanmak dayatılmış, gayri müslim kesime ağır vergiler getirilmiş ama tatmin edici bir başarı sağlanamamıştı. Gayri müslim kesim, ekonomik yaşamın % 80’nini denetimi altında tutuyordu. Müslüman- Türk burjuvazisinin Osmanlı yerli burjuvazisi içindeki payı , %20 ye zor ulaşıyordu. İktisat tarihi çalışan birçok akademisyen, Osmanlı’nın son döneminde, yerli burjuvazi içindeki Türk-müslüman burjuvaların payının, çok cılız olduğunda birleşmektedir. Tevfik Çavdar’dan aktaralım: ”1915 sanayi sayımı sonuçlarına göre,sanayi sermayesinin %75’i gayri müslimlerin, %10’nu yabancıların ve ancak %15’i müslüman türklerin elindeydi.Sanayi kesiminde istihdam edilen işgücünün de %85’i gayri müslimdi.’’ 1915’ten, 1.savaştan ve ‘rum mübadelesi’nden sonra bu rakamlar, kısa sürede ters yönde değişti.Türk-Müslüman burjuvaların ekonomideki payı, %80 lere ulaştı. 1908’den sonra izlenen ‘mili iktisat’ macerası, yağmalar sonucunda milli ticaret burjuvazisini yaratmıştı. Milli burjuvazinin çoğunun ilk sermaye birikimi, hıristiyan malların yağmasına dayansa da, sermaye birikimlerindeki yoğunlaşma ve bunların bağrından büyük sermayenin doğması; büyük ölçüde 1929 sonrası izlenen ekonomik politikalar sayesinde gerçekleşti. Lord Kurzon, Lozan görüşmeleri sırasında İ.İnönü’ye: ‘’Şimdilik birçok isteklerinizi bize kabul ettirdiniz.Bunları cebimize attık. Fakat bir gün gelecek, ekonomide öyle sıkıntıya düşeceksiniz ki, önümüzde diz çöküp bizden yardım lsteyeceksiniz ; o zaman biz de bütün bunları cebimizden çıkarıp bir bir önünüze koyacağız” demişti. Bu tespit çok geçmeden gerçek oldu.1923 sonrasında Finans- kapital, bankaları aracılığıyla verdiği kredilerle, toplam kredi hacmi içindeki payını % 75 ler düzeyine çıkarırken; 1923 -1929 arasında sanayi şirketleri içindeki yatırım payını da, türk sermayesinin iki katı düzeyine çıkarmıştır..(Bu konuda bkz. Çağlar Keyder, 1971).
Özetle, soykırımcı bir anlayışla ulus-devlet inşasına girişmek, ülkede hıristiyanların şahsında gelişmekte olan ve gerçekten yerli olan ticari sermayeyi, ticaret burjuvazisini ortadan kaldırmış; teknik ve kültürel birikimi de kurutmuştu. Savaş yorgunu ve çorak hale getirilen Türkiye, hem Osmanlının borçlarını ödedi, hem de emperyalistlerin yardımıyla kapitalistleşmeye çabaladı. Fakat demokratik devrimini yapmayı beceremedi. Kürt sorununu, onurlu bir barışla değil savaş yoluyla çözmeye yöneldi..1929 Dünya Ekonomik Bunalımı sırasında uygulanan devletçi politikalarla, Sovyetler Birliği yardımıyla kurulan KİT’ler ve bankalar arpalık olarak kullandırıldı . Milli niteliği bulunmayan Koç,Sabancı,Eczacıbaşı ve benzeri işbirlikçi tekelci burjuvazinin doğumunda ebelik yapıldı. Ve sonuçta Türkiye, sömürge durumundan yarı-sömürge ve emperyalizme bağımlı bir ülke olmaya sıçradı!