1 Eylül Dünya Barış Günü

 

 

 

Yunus EKREM

Geçtiğimiz yüzyılda milyonlarca insanın ölümüne ve büyük bir çoğunluğununda sakatlanmasına ve yaralanmasına yol açan iki dünya savaşından ikincisinin başlangıç tarihi 1 Eylül 1939. Hitler faşizminin Polonya’yı işgaliyle başlayan bu tarihten sonra 6 yıl süren ve 2 Eylül 1945’te sona eren II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda 22 milyonu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği vatandaşı olmak üzere, 54 milyon insan hayatını kaybetti. Yine milyonlarca insan sakat, yaralı, aç ve sefil yaşamak zorunda kaldı.

9 Mayıs  1945’te Berlin’de, Hitler Orduları yenildi ve teslim alındı. Kızıl Ordu’nun ve Sovyet halkının ölümüne direnişi sayesinde savaş sona erdi. insanlığa büyük acılar yaşatan savaşların bir daha yaşanmaması dileğiyle savaşın başladığı  tarih olan 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak ilan edildi.

Savaşın tüm şiddeti ve vahşeti ile sürdüğü, en yüksek teknolojilerin en ilkel duygularla harekete geçirildiği, kan, gözyaşı,ölüm ve yıkımların, acının ve yoksulluğun,Ortadoğu başta olmak üzere birçok yeri kuşattığı günümüz koşullarında; burjuva medyanın, tüm cepheleri ve yönleriyle savaşı “naklen” veriyormuş görüntüsü altında, emperyalist savaş aygıtının bir kolu gibi çalıştığı, uzmanların, akademisyenlerin olup biteni detaylarla bezeli bir yüzeysellikle verdiği koşullarda savaşın emperyalist politika ve güç dengesi ile iktisadi koşullarla ilişkisinin, tek kelimeyle savaş ile savaşa yön veren tarihsel ve iktisadi olgular arasındaki ilişkinin anlaşılması büyük önem taşımaktadır.

 

Bugün ki savaşlarda halkın burjuvazi tarafından en yaygın aldatılma biçimi, yağmacı amaçlarını, halklara özgürlük, refah, insan hakları ve demokrasi getirmek olduğu yalanıyla maskelemeleridir. Barıştan en çok bahseden egemenler, haksız ve yağmacı savaşların kaynağını ve nedenlerinigizlemek için her türlü yalan propaganda aygıtını hayasızca kullanmaktan geri durmuyorlar.

Küreselleşme ve yeni dünya düzeni yalanıyla,işçi sınıfı ve halkların, kapitalizme ve emperyalist sömürgeciliğe karşı mücadelesinin önünü kesmeye çalışanlar, emperyalistlerin, savaş sanayisini ve yeni silah teknolojisini neden geliştirdiklerini ve neden sürekli olarak dünyanın çeşitli bölgelerinde çatışma ve savaşlar kışkırttıklarını açıklamaktan kaçınıyorlar. Savaşlara, silahlanmaya ve sınıf mücadelesine gerek kalmadığını propaganda edenler; tekelci burjuvazi ve uşağı tüm burjuva yalancılar güruhu, emperyalistlerin kimyasal ve biyolojik silahlar geliştirdiklerini, ABD’nin İkinci Savaş’tan bu yana insanları nükleer silahların etkilerini ölçme deneylerinde kobay olarak kullandığını, dünya savaş sanayisi ve silah satışında en büyük payı elinde tuttuğunu söylemekten imtina ediyorlar.

Savaş sanayiinin en kârlı sektör olduğu koşullarda,  bir barıştan nasıl bahsedilebilir, kapitalist emperyalist sistemin kaynağı olduğu haksız ve yağmacı savaşlar karşısında gerçek barış nasıl gerçekleştirilebilir?

Silahlanmaya son sürat devam eden emperyalist kapitalist sistemin bahsini ettiği barışın nasıl sahte ve ikiyüzlü bir propaganda olduğunu görmek için şu verilere bakmak yeterlidir.

 

En yüksek askeri harcamalar (2019-Milyar $)

ABD Çin Hindistan Rusya Fransa Almanya İngiltere Japonya İtalya İsrail Türkiye
732 261 71,1 65,1 50,1 49,2 48,6 47,6 26,8 20,5 20,4

 

Bir yandan sağlık, eğitim, ulaşım, barınma, beslenme,içme suyu gibitemel insani ihtiyaçlarını karşılayamayan milyarlarca insan varken bu silahlanma hırsı neden, neden insanların bu temel ihtiyaçlarına değilde silahlanmaya bütçe ayrılıyor?

Savaşın, şu veya bu iktidarın çılgınca arzularının eseri değil, kapitalist gelişmenin vardığı aşamanın bir ürünü ve sonucu olduğunu unutmamalıyız.

Sermaye ve üretimin yoğunlaşması ve merkezileşmesinde görülen büyük artış, emperyalist burjuvazinin ve uluslararası tekellerin kaynak ihtiyacını arttırmakta ve çelişkileri keskinleştirici  bir rol oynamaktadır. Güç ilişkilerinin değişimi ve buna bağlı olarak yeni bloklaşma, çatışma ve paylaşımların gündeme gelmesi  kapitalist emperyalizmin temel gerçeğidir. Emperyalist  devletlerin (çeşitli ülkelerdeki işbirlikçilerini de harekete geçirerek) pazar ve hammadde kaynakları üzerinde denetim kurma ve rakiplerinin etkisini kırma çabaları, içinde olduğumuz dönemde artmış bulunuyor. Kendilerinin neden oldukları savaş, yağma ve sömürü düzenlerinin sonucu olarak milyonlarca insan yerinden yurdundan edilip insanlık dışı koşullarda sığınmacı durumuna düşürülmekte, her türlü insani haklardan mahrum bir yaşama mahkûm edilmektedirler. Irak, Suriye, Libya gibi ülkelerden sonra Afganistan’da yaşananlar herkesin gözleri önünde gerçekleşiyor.20 yıl önce ABD öncülüğündeki NATOgüçlerinin, barış ve özgürlük getireceğiz, terörizmle mücadele edeceğiz diyerek girdikleri Afganistan ‘da durum ortada.  ABD, ABve NATO güçlerinin aslında Afganistan’a özgürlük ve demokrasi götürmek, terörizmle mücadele etmek için değilde; kendi ekonomik ve siyasi çıkarları için girdiklerini,bugünlerde izlediğimiz Taliban’a yaklaşımlarından, insanları ölüme terk etmelerinden net bir şekilde görüyoruz. Tıpkı Suriye ve Libya’da olduğu gibi. Yine Emperyalist güçlerin;Irak, Suriye ve Türkiye’de Kürtlere karşı nasıl kendi çıkarları doğrultusunda ikili oynadıklarını, bölgesel çelişkileri kendi çıkarları için nasıl acımasızca kullandıklarına tanıklık ediyoruz.

İnsanları açlık, susuzluk, işkence ve ölümle yüz yüze bırakıp, evlerinden ve yurtlarından edenler kendileri değilmiş gibi, insanlara karşı hiçbir sorumluluk duymadan bu durumu insanlık dışı politikalarının malzemesi yapmaktan da geri durmuyorlar, milliyetçi ve dinci önyargılarıda kışkırtarak halkları birbirine düşmanlaştırarak, kendi ülke işçi ve emekçileri üzerindeki baskı ve zulmü, sömürüyü arttırmanın dayanağına da dönüştürmektedirler. Türkiye, İran, Irak ve diğer Arap gericilikleribunu en acımasız şekliyle uygulamaktan geri durmuyorlar.

 

Unutulmamalıdır ki sermaye ve tekellerin; toprakları ve pazarları paylaşma gayretleri ve bu amaçla sürdürdükleri rekabet insanlığı savaşlara sürüklemektedir. Bu gerici ve haksız savaşlar ve ulusal çatışmalar halklara bağımsızlıklarının tümüyle yok edilmesinin yanında ölüm ve yıkım getirmektedir. Halklar bir birine düşman edildikçe kazananlar hep emperyalistler ve işbirlikçi burjuvalar olacaktır. Bu nedenle şovenizm, milliyetçilik ve ırkçılık gibi gerici akımlar egemenlerce kışkırtılmakta ve işçi ve emekçiler bu gerici dünya görüşleri doğrultusunda yedeklenmekte ve yönlendirilmektedir.

Büyük kapitalist devletler kamplara bölünüp genellikle yerli işbirlikçileri aracılığıyla (Suriye, Irak, Libya buna en somut örneklerdir) birbirleriyle savaşa tutuşunca, bu ülkelerin işçi ve emekçileri bağımsız bir tutum alamayıp kendi burjuvazilerinin yedeğinde savaşı desteklerlerse,  her biri kendi ülkesinin burjuvazisini haklı bulup, onların dünya yağmasından daha büyük pay talebiyle katıldıkları savaşı ulusal savaş olarak göstermeye çalışırlarsa, kendilerini de acımasızca sömüren kapitalist sistemin sürmesine hizmet etmiş olduklarını, gerçek kurtuluşlarının işçilerin uluslararası birliğinden geçtiği gerçeğine büyük zarar verdiklerini, milliyetçi önyargıları güçlendiren, burjuvazinin çıkarına olan bölücü bir oyuna alet olduklarını unutmamalıdırlar. Gerçek barış ve özgürlüğün başta kendi ülke egemenleri olmak üzere her türden emperyalist ve faşist güce karşı uluslararası işçi ve emekçilerin ve ezilen halkların birlik, mücadele ve dayanışmasından geçtiği unutulmamalıdır.